30 Haziran 2016 Perşembe

Kadir Gecesi (01.07.2016)

Kadir Gecesi (01.07.2016) Kardeşlerim! Bir yandan, rahmet, mağfiret ve arınma iklimi Ramazan-ı Şerif’in son günlerine yaklaşmanın üzüntüsü içinde iken, diğer yandan da bu gece mübarek Kadir gecesini idrak edecek olmanın sevinç ve mutluluğunu yaşıyoruz. Kıymetli Mü’minler! Kadir Gecesi’nin kıymeti, insanlığın ufkunda bir güneş gibi doğan Yüce Kitabımız’ın bu gecede indirilmeye başlanmasından gelmektedir. O, eşsiz ilke ve mesajları ile hüzünlü ve bîtap gönüller için neşe kaynağı olmuş, O’na inananlar, O’nun rahmet ve şifası ile huzur bulmuştur. Yüce Rabbimiz, Kadir Sûresi’nde bu gerçeği bize şöyle bildirmektedir: “Şüphesiz, biz Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.”[1] Aziz Kardeşlerim! Kadir gecesi, dargınlık, kırgınlık, kin ve nefretin terkedilip sevgi ve kardeşliğin hâkim kılınması gereken gecedir. Bu gece, rengi, ırkı, dili, mezhebi ne olursa olsun açlık, susuzluk, darlık ve zulümle mücadele eden kardeşlerimizin dertleriyle hemdert olmamız gereken gecedir. Bu gece paylaşma, yücelme ve ilâhî rızaya ulaşma gecesidir. Bu gecede bize düşen, Rabbimizin sonsuz kudreti karşısında acizliğimizi; ebediliği karşısında faniliğimizi itiraf ederek pişmanlık ve gözyaşlarıyla rahmet-i Rahmân’a sığınmaktır. Rabbimizin bu gece kendisine gönülden açılan elleri geri çevirmeyeceğini Efendimiz (s.a.s) şu şekilde haber vermektedir: “İnanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir gecesini ihya edenin geçmiş günahları affolunur."[2] Aziz Mü’minler! Kadir Gecesi’ni ihya etmek, her şeyden önce Kur’an-ı Kerim’in kadrini, kıymetini bilmekten geçer. O halde, Ramazan-ı Şerif ayını kalan günlerini de Kadir gecesi gibi değerlendirmeye ve gönüllerimizi Yüce Kitabımız’ın diriltici iklimi ile buluşturmaya gayret edelim. Şu kısacık ömrümüzdeki sayılı nefeslerimizi, sahip olduğumuz bütün nimetleri Yüce Rabbimizin rızası doğrultusunda tüketelim. Böyle mübarek gün ve gecelerin, hayatımızı gözden geçirmemiz ve kendimizle yüzleşmemiz için bir fırsat olduğunu unutmayalım. Cennet kapılarının ardına kadar açıldığı şu günlerde Efendimiz (s.a.s)’in tavsiye ettiği şu dua ile Rabbimiz’in af ve mağfiretini dileyelim. “Allahım! Sen affedicisin. Affetmeyi seversin. Bizi de affet!”[3] Kıymetli Mü’minler! Mübarek Ramazan ayının son günlerinde, 28 Haziran 2016 Salı günü bir iftar vakti İstanbul’da her türlü dini ve manevi değerden yoksun, gözü dönmüş teröristler tarafından gerçekleştirilen terör saldırısında çok sayıda masum insan hayatını kaybetmiş, pek çok insan da yaralanmıştır. Saldırıda şehit olan kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralılara da acil şifalar diliyoruz. Bu akşam idrak edecek olduğumuz Kadir gecesinde, Almanya’da faaliyet gösteren bütün DİTİB Camilerinde, şehitlerimiz için Kur’an-ı Kerim okunacak ve dua edilecektir. Bu mübarek gece vesilesiyle Yüce Rabbimizden, ülkemizi ve bütün dünyayı her türlü terör ve anarşiden muhafaza etmesini niyaz ediyoruz. Hutbe Komisyonu [1] Kadir, 97/1-5. [2] Buhârî, Savm, 6 [3] Tirmizî, Daavât, 84

Die Nacht der Bestimmung (01.07.2016)

Die Nacht der Bestimmung (01.07.2016) Meine Geschwister! Auf der einen Seite erleben wir den Trauer, dass die Atmospähre der Barmherzigkeit, Vergebung und Läuterung des gesegneten Monats Ramadan seinem Ende zugeht, und erleben auf der anderen Seite die Freude und das Glück, heute Abend die gesegnete Nacht der Bestimmung begehen zu können. Geehrte Gläubige! Der Wert der Nacht der Bestimmung kommt daher, dass die Herabsendung unseres erhabenen Buches in dieser Nacht begann, das wie eine Sonne im Horizont der Menschheit aufging. Er ist mit seinen unvergleichlichen Prinzipien und Botschaften Quelle der Freude für die trüben und müden Herzen geworden und mit ihm haben seine Gläubigen Glück durch seine Barmherzigkeit und Genesung erlangt. Unser Herr Allah hat diese Realität in der Sure al-Qadir folgendermaßen ausgedrückt: “Wir haben ihn wahrlich in der Nacht der Bestimmung herabgesandt. Und was lässt dich wissen, was die Nacht der Bestimmung ist? Die Nacht der Bestimmung ist besser als tausend Monate. In ihr kommen die Engel und der Geist mit ihres Herrn Erlaubnis herab, mit jeglichem Auftrag. Frieden ist sie bis zum Anbruch der Morgenröte.”1 Verehrte Geschwister! Die Nacht der Bestimmung ist eine Nacht, in der man sich vom Grollen, von Kränkung, Hass und Abscheu abwendet sowie eine Nacht, in der Zuneigung und Geschwisterlichkeit herrschend sein sollte. Diese Nacht ist eine Nacht, in der wir unabhängig von Farbe, Nation, Sprache und Rechtsschule uns die Sorgen und Nöte unserer Geschwister zu Eigen machen sollten, die mit Hunger, Durst, Engpässen und Unterdrückung zu kämpfen haben. Diese Nacht ist eine Nacht des Teilens, Sich-Steigerns und Erreichens des göttlichen Wohlwollens. In dieser Nacht ist es unsere Aufgabe, gegenüber der unendlichen Macht unseres Herren Allah unsere Machtlosigkeit, gegenüber seiner Unendlichkeit unsere Vergänglichkeit einzugestehen und mit Tränen Zuflucht bei der Barmherzigkeit des Allerbarmers zu nehmen. Unser Prophet berichtet, dass unser Herr Allah in dieser Nacht die an ihn flehend geöffneten Hände nicht leer abweisen wird: “Wer daran glaubend und den Lohn von Allah erwartend die Nacht der Bestimmung begeht, dem werden die vorherigen Sünden vergeben.”2 Verehrte Gläubige! Die Nacht der Bestimmung zu begehen ist vor allem durch das Erkennen des Ranges und des Wertes des gnadenreichen Korans möglich. Lassen sie uns folglich versuchen die restlichen Tage des gesegneten Ramadan so wie die Nacht der Bestimmung zu verwerten und unsere Herzen mit der auferweckenden Atmosphäre unseres erhabenen Buches zusammentreffen zu lassen. Lassen sie uns die gezählten Atemzüge dieses kurzen Lebens und alle Gaben, die wir besitzen, im Sinne des Wohlwollens unseres erhabenen Herren Allah einsetzen. Lassen sie uns nicht vergessen, dass solche gesegneten Tage und Nächte eine Möglichkeit dafür sind, unser Leben zu überprüfen und uns selbst zur Rechenschaft zu ziehen. Lassen sie uns mit dem von unserem Propheten empfohlenen folgenden Bittgebet um Begnadigung und Vergebung unseres Herren Allah bitten. “O Allah! Du bist der Vergebende. Du liebst das Vergeben. Vergib auch uns.“3 In den letzten Tagen des gesegneten Monats Ramadan haben am Dienstag, 28. Juni 2016 zur Zeit eines Fastenbrechens viele unschuldige Menschen durch einen von jeglichen religiösen und spirituellen Werten entfernten sowie von verblendeten Terroristen verübten Terrorangriff in Istanbul ihr Leben verloren und sehr viele Menschen wurden dabei verletzt. Für die bei diesem Anschlag umgekommenen Märtyrergeschwister erbitten wir die Barmherzigkeit Allahs und wünschen den Verletzten schnelle Genesung. An diesem Abend, wo wir die Nacht der Bestimmung begehen werden, werden für unsere Märtyrer Koranrezitationen vollzogen und es wird für sie gebetet werden. Zum Anlass dieser gesegneten Nacht wünschen wir, dass unser erhabener Herr Allah unser Heimatland und die ganze Welt von jeglichem Terror und Anarchie bewahren möge. Die Predigtkomission 1 Koran, al-Qadir, 97/1-5 2 al-Bukhari, Savm, 6 3 at-Tirmidhi, Daavat, 84 2016-07-01 Alle Rechte vorbehalten. Kein Teil des Werkes darf in irgendeiner Form ohne schriftliche Genehmigung der DITIB reproduziert, vervielfältigt oder verarbeitet werden.

Hz. Ömer ve Romalı Elçi

Hz. Ömer ve Romalı Elçi Halifeler döneminde, dünyanın büyük bir bölümünü hâkimiyeti altında bulunduran Roma İmparatorluğu’ndan Medine şehrine bir elçi gönderildi. Günler süren yolculuktan sonra Medine’ye yorgun bir şekilde ulaşan elçi, halifenin sarayını sordu. Eşyasını indirip atını dinlendirmek istiyordu. Zafer üstüne zaferler kazanan, adaleti ile dillere destan olan bu büyük yöneticinin, görkemli bir sarayı olması gerektiğini düşünen elçi halka sarayın yerini sordu. Medine halkı elçiye, ”Halifenin dünyalık sarayı yoktur ama çok aydınlık bir gönül sarayı vardır. Her ne kadar adı halife ve emîr olarak dünyaya yayılmışsa da o garip bir derviş gibi küçük bir evde oturur” dediler. Daha önce hiç işitmediği sözleri duyan Romalı elçinin, Hz. Ömer’i görme merakı iyice arttı. Atını ve eşyasını bir kenara bırakıp, büyük insanı bir an önce görme sevdasına kapıldı. Onun yabancı olduğunu ve Hz. Ömer’i aradığını anlayan bir bedevî kadın eliyle bir hurma ağacını göstererek, ”İşte şu hurma ağacının altında yatan Hz. Ömer’dir” dedi. Elçi, gösterilen ağaca yaklaştığında heyecandan titremeye başladı. Orada uyuyan kişinin heybetinden etkilenmiş ve gönlü bir hoş olmuştu. Sevgi ve korku gibi birbirine zıt iki duygunun gönlünde belirdiğini hissetti. Şaşkın bir durumdaydı. Kendi kendine, ”Ben şimdiye kadar nice padişahlar gördüm, sultanların huzuruna çıktım, ama hiçbiri beni, bu ağacın altında yatan sıradan görünümlü adam kadar heyecanlandırmadı” dedi. Saygıyla yanına yaklaşarak elini bağlayıp beklemeye başladı. Bir müddet sonra Hz. Ömer uykudan uyandı ve ayağa kalktı. Elçi Hz. Ömer’e saygı gösterip, selâm verdi. Hz. Ömer (r.a) elçinin selâmını aldı. Korkudan yüreği çarpan elçiyi yanına çağırarak sakinleştirdi. Gönlünü alıp neşelendirdi. Karşılıklı konuşmaya başladılar. Hz. Ömer’in içten davranması sohbetlerini koyulaştırdı. Hz. Ömer, dışı yabancı gibi görünen o elçinin içini uyanık ve dost buldu. Onun ruhunun ilâhî sırları arzuladığını sezdi. Elçiye Allah’ın sıfatlarından bahsetti. Sohbet sırasında elçi: ”Ey müminlerin emîri! Ruh, yücelikler âleminden yeryüzüne nasıl indi? Sonsuzluklar âleminde özgür iken, ten kafesine neden girdi?” Hz. Ömer: ”Hak ruha efsunlar okudu, kıssalar söyledi, ruh da ilâhî emirle büyülendi. Bazı şeyler maddîleşince anlam kazanır. Örneğin, yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur. Kan damlaları ceylanın karnında misk kokusuna dönüşür. Ekmek sofrada cansızken, insan vücudunda neşeli bir ruh kesilir.” Elçi bu cevap karşısında zihnindeki bütün sıkıntılardan kurtulduğunu, ruhunun hafiflediğini hissetti. Asıl olanın ne olduğunu keşfetti. Fakat böyle büyük bir kaynağı bulmuşken bırakmak istemedi. Faydalanmak için sormaya devam etti. ”Duru ve berrak bir su gibi olan ruhun, bulanık bir yer gibi olan cesette hapsedilmesinin hikmeti nedir?” Hz. Ömer: ”Ses ve sözle ilgisi olmayan mânayı neden kelimelerle ifade ediyorsak, neden yazıya döküyorsak, ruh da bu yüzden beden denilen kalıba sokulmuştur.” Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, elçiyi mâna kadehinden içki içmiş gibi mest etti. Kendinden geçirdi. Getirdiği haberi de ne için geldiğini de unuttu. Allah’ın büyüklüğüne, gücüne kuvvetine şaşırıp kaldı. Bu makama ulaşınca da elçiği bıraktı ve mâna âleminin padişahı oldu. *** Mevlânâ hazretleri, bu kıssada, yaratılışı, varlıkların yaratılışındaki hikmet ve kudreti, yaratılıştaki gelişmeyi, insanın nefsinden geçmemesinin demir zincirlerle bağlanmaktan farksız olduğunu, kendisine has üslûbuyla anlatıyor. Kaynak : Mesnevide Geçen Hikayeler

Azrâil’den Kaçan Adam

Azrâil’den Kaçan Adam Hz. Süleyman’ın hüküm sürdüğü devirlerde, bir adam koşa koşa saraya gelerek, Hz. Süleyman’ın huzuruna çıkar. Benzi sapsarı, korkudan tir tir titrer bir halde, Süleyman aleyhisselâmdan kendisine yardım etmesini ister. Hz. Süleyman bu adama sorar: ”Ne oldu sana böyle? Seni bu kadar korkutan şey nedir?” Adamcağız nefes nefese: ”Azrâil bana öyle öfkeli baktı ki, canımı alacağından korktum. Koşup sana geldim.” Hz. Süleyman, ”Peki, benden isteğin nedir?’‘ der. Adamcağız, ”Ey canları koruyan adaletli padişah! Senin hükmün rüzgâra geçer, emret de beni Hindistan’a götürsün. Bel ki o zaman canımı kurtarırım” der. Süyelman aleyhisselâm rüzgâra, adamı istediği yere bırakmasını emreder. Rüzgâr adamı Hindistan’ın iç taraflarında bir yere uçurarak bırakır. Ertesi gün divan kurulur ve herkes Hz. Süleyman aleyhisselâmın huzurunda toplanır. Hz. Süleyman Azrâil’e, ”Dün bana bir adam geldi. Kendisine öfkeyle baktığını söyledi. O müslümanı evinden barkından, çoluğundan çocuğundan uzaklaştırmak için mi öyle baktın? Sebebi nedir?” der. Azrâil, ”Ey Süleyman! Ben ona öfkeyle değil, şaşkınlıkla baktım. Çünkü Cenâb-ı Hak bana, O kulumun canını bugün Hindistan’da al’ diye emir buyurmuştu. Ben de o adamı burada görünce şaşırarak kendi kendime, ‘Bu adamın burada ne işi var? Yüzlerce kanadı olsa Hindistan’a varması çok zor’ dedim. Onun için adama tuhaf ve şaşkınlıkla baktım. Fakat Hindistan’a gittiğim zaman adamı orada buldum, ve vazifemi yerine getirdim” diyerek Hz. Süleyman’ın sorusunu cevaplar. *** İnsanlar ihtiraslarına kapılarak yoksulluktan ve ölümden korkarlar. Halbuki bütün dünya işlerimizi ölüm gerçeğini kabullenip, göz önünde bulundurarak yapmalıyız. Kimden, neyi kaçırıyoruz? Allah’tan kaçabileceğini düşünmek büyük bir cahillik değilmidir? Kaynak : Mesnevide Geçen Hikayeler

Kıyamet Alametleri

Kıyamet Alametleri Haddâdî (r.h.) tefsirinde buyurdu: Efendimiz (s.a.v) hazretleri buyurdular: Güneş battığı zaman, meleklerin uçma hızlarıyla yedinci kat semâ’ya yükseltilir. Ve Arş’ın altında hapsedilir. Oradan, doğudan mı yoksa batıdan mı doğacağı hakkında hep izin ister. Ay da böyledir… Bu durum, Allâhü Teâlâ hazretlerinin kullarının tevbelerinin (kabulünün ve kabul edilmeyişinin mîkâtine) vakit kıldığı zamana kadar devam eder. (Zaman gelir) yeryüzünde günahlar ve ma’sıyetler çoğalır. Ma’rûf (şeriat ve akla uygun olan iyilik ve güzellikler) gider. Hiçbir kimse artık iyiliği (marûfü) emretmez. (Emr ma’rûf kalkar…) Münker (şeriata zıt olan şeyler) yayılır. Hiçbir kimse insanları münkerden nehyetmez… insanlar, bunu yaptıkları zaman, güneş Arşın altında hapsedilir. Bir gece miktarı geçtiğinde, secde eder ve Rabbinden izin ister; Nereden doğacağını!” sorar. Kendisine cevap verilmez. Ta ki ay da kendisi gibi arşın altında hapsedilir. Beraber secde ederler. Ay da Rabbinden izin ister; Nereden doğacağını?” sorar. Kendisine cevap verilmez. İkisi üç gece miktarı hapsedilirler. 0 gecenin uzunluğunun miktarını ancak teheccüd namazını kılanlar bilirler. Onlar o gün yeryüzünde insanlar tarafından küçümsenen çok az bir kalabalıktırlar. Onlardan biri o gece uyur; daha önceki gecelerde uyuduğu gibi… Sonra geceleyin kalkar, teheccüd namazını kılar, vird, zikrr ve evradını okur. Sabah olmaz… (Bir türlü gece bitmez.) Bunu kabul etmez. Çıkar ve göğe bakar ki hâlâ gecedir. Gece hâlâ yerindedir. Yıldızlar, deveran etmektedir. Bunu bir türlü tanımaz ve kendisinin zanlar içinde olup zannetmekte olduğunu sanır. Ve kendi kendisine derki: Acaba okumayı hafif mi yaptım? Namazı mı kısalttım? Yoksa her zaman kalktığım saatten önce mi kalktım?” der. {Bir türlü karar veremez! Şaşkın bir halde) namazgahına geri döner, ikinci gecedeki namazı gibi namaz kılar. Sonra yine dışarıya çıkıp havaya bakar. Bir türlü sabahı görmez. Korkusu şiddetlenir. Korkuya kapılır. 0 gece, teheccüd namazı kılan bütün mü’minler, kendi memleketlerinin mescidlerinde toplanırlar. Ağlama ve tazarru ile Allâhü Teâlâ hazretlerine yalvarırlar. Allâhü Teâlâ hazretleri, Cebrail Aleyhisselâm’ı güneş ve ay’a gönderir. Onlara der ki: Allâhü Teâlâ hazretleri size batma yerinize dönmenizi emrediyor! Oradan (batıdan) doğun!” Artık sizin için yanımızda ne ziya ve ne de nur (yani ışık yansıtmak) yoktur. Ay ve güneş bunun üzerine Allâhü Teâlâ hazretlerinin korkusundan titreyerek ağlarlar. Onların ağlama seslerini yedi kat göğün içinde olanlar ve Arşın ehli olanlar işitirler. Sonra bütün mahlûkat ölüm ve kıyamet korkusundan ağlamaya başlar. Bu arada teheccüd ehli olanlar ağlama, sızlama ve yalvarma içindedirler; gaflet ehli ise gafletlerindedirler. Bir de bakarlar ki ay ve güneş simsiyah (kapkaranlık) bir şekilde batıdan doğarlar. Güneşin ziyası yoktur; ayın da ışığı yoktur. Her ikisi küsüf (tutulma) sıfatlarında oldukları halleri üzerinedirler. Ve Güneş Ve Ay Toplanır. İkisi yükselirler…. Yük devesi misâli… Onlardan her biri arkadaşıyla münazaa eder; önüne geçme halinde… O zaman dünya ehli bağrışmaya başlar. Ağlarlar… Amma sâlih insanlar… Onların ağlamaları kendilerine fayda verir. Onlar için ibâdet olarak yazılır. Amma fâsık insanlar ise, onların ağlamaları o vakit kendilerine hiçbir fayda vermez. Kendilerinin aleyhine hasret ve nedamet (büyük bir pişmanlık) olarak yazılır. Güneş ve ay yerin göğün göbeğine yani yansına ulaştıkları zaman, Cebrail Aleyhisselâm gelir. İkisinin boynuzlarından tutar ve onları yine batıya götürür. “Tevbe kapısı’nda batarlar… Hazret-i Ömer (r.a.) sordular: Babam ve anam sana feda olsun! Ya resûlallah, tevbe kapısı nedir?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdu: Ey Ömer! Allâhü Teâlâ hazretleri, mağribin arkasında tevbe için bir kapı yarattı. Altından iki kanadı vardır. İki kanadının arası bir binekli kişinin kırk (son hızla) varabileceği kadar uzundur. Bu kapı, Aliâhü Teâlâ hazretleri mahlûkatı yarattığı günden bu yana açıktır. Ta güneşin batıdan doğacağı gecenin sabahına kadar da açık olarak kalacaktır. Ay ve güneş bu (tevbe kapısında) battıkları zaman, bu iki kapı kanadı üzerlerine kapanırlar. İkisinin arası birleşir. Ve sanki ikisinin arasında hiçbir uzaklık (ve mesafe) yokmuş gibi olurlar. Tevbe kapısı kapandıktan sonra artık hiçbir kulun tevbesi kabul edilmez. Onun (daha önce tevbe etmeyen kişinin) hiçbir hasenesi (güzel ameli) kendisine menfaat vermez; ancak daha önce muhsin (iman, tevbe ve hasene ehli) ise o hariç… Zira bu kişi bu gün (tevbe kapısı kapanmadan) önceki halleri gibi mükâfatlandırılırlar. Yapmış oldukları iyiliklerden dolayı kendilerine sevap yazılır, işte bu (hadis-i şerifte beyân edilen tevbe kapısı) şu âyet-i kerime(nin manâsıjdır: Onlar ancak şunu gözetiyorlar: Ki, kendilerine melekler geliversin veya rabbin geliversin veya rabbinin ba’zı alâmetleri geliversin… Rabbinin ba’zı alâmetleri geldiği gün, evvelce îmân etmemiş veya îmânında bir hayır kazanmamış bir nefse, o günkü îmânı hiçbir fayda vermez. De ki: “Gözetin, çünkü biz şüphesiz gözetiyoruz” İman Özgürlük İster Allâhü Teâlâ hazretleri, bu vakitte (güneşin batıdan doğması ve tevbe kapısının kapanmasından sonra) imanı kabul etmez. Zira bu iman hakikatte kişinin kendi serbest ihtiyarî (özgür iradesiyle) etmiş olduğu bir iman değildir. Bu ancak helak olmak korkusundan edilmiş olan bir imandır. Zira Allâhü Teâlâ hazretleri buyurdu: O vakit hışmımızı gördüklerinde, “Allah’ın birliğine inandık ve O’na şirk koştuğumuz şeylere küfrettik?” dediler. Dediler amma hışmımızı gördükleri vakit ki imanları, kendilerine fayda verecek değildi. Allah’ın, kullarında geçe-gelen sünneti… Ve işte hüsrana bu noktada düştü kâfirler! Tevbe Kapısı İman ve tevbenin kabul olunmaması, sadece güneşin batıdan doğuşunu müşahede edenlere mahsus değildir. Bu doğrudur… Zahir olan güneşin batıdan doğmasından sonra doğan veya daha önce doğmuş olup; o an henüz mümeyyiz olmayanların imanlarının kabul olunacağıdır. Bunun imanı (ve durumu hakkında geniş malûmat) “Şerh-i Mesâbih”te vardır… Bunların imanını sahih kabul etti. Cesedler Şahidlik Edecek Hazret-i Aişe (r.a.) buyurdu: -“Kıyamet ilk alâmetleri çıktığında; 1- Kalem, atılır, 2- Hafaza melekleri habsedilir (kişiden alınır) 3- Cesedİer, ameller üzerine şahidlik ederler. Deccâl – Mehdî İmam Süyûtî (r.h.) hazretleri buyurdular: Mehdî aleyhir-Ridvân, Deccâl’dan yedi sene önce zuhur eder. Deccâl ise güneşin batıdan doğmasından on sene önce huruç eder (çıkar…). Mehdinin Zuhur Zamanı Mehdî Aleyhir-Ridvân, bin iki yüz (Hicrî 1200) yılında kıyam eder. Veya bin iki yüz dört (1204) yılında zuhur eder. Doğrusunu Allâhü Teâlâ hazretleri bilir. Mehdi aleyhir-Ridvân`in zuhurundan önce başka şartlar da vardır. Benî Asfer (sarı oğullarının) hurucu ve başka alâmetler gibi. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri;8/271-274

KADİR GECESİ BİN AYDAN HAYIRLIDIR

KADİR GECESİ BİN AYDAN HAYIRLIDIR Ashâb-ı Kirâm, Allâhü Teâlâ’nın Kadir Gecesi hakkında “Bin aydan hayırlıdır.” meâlindeki Kadr Sûresi’nin 3. âyet-i kerîmesine sevindikleri kadar hiçbir şeye sevinmediler. Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) Ashâbına İsrailoğullarından dört kişiyi anlattı. Onlar -göz açıp yumuncaya kadar bir zaman dahi Allâh’a âsî olmadan- seksen sene ibâdet etmişlerdi. Resûlullâh’ın (s.a.v.) Ashâbı da bundan dolayı hayret etmişlerdi. Cebrâil (a.s.) geldi ve: “Yâ Muhammed! Sen ve Ashâbın, bu zâtların göz açıp yumuncaya kadar kısa bir vakitte bile Allâh’a isyan etmeden seksen sene ibâdet etmelerine hayret ettiniz. Allâhü Teâlâ sana bundan hayırlısını indirdi.” dedi ve “İnnâ enzelnâhü fî leyleti’l-kadr... (Biz, onu Kadir Gecesi’nde indirdik... meâlindeki) âyet-i kerîmesi ile başlayan Kadr Sûresi’ni sonuna kadar okudu. Resûlullâh Efendimiz (s.a.v) ve Ashâb-ı Kirâm çok sevindiler. KADİR GECESİ’NDE NE YAPILIR? Bu gece dört rek’at Kadir Gecesi namazı kılınır: 1’inci rek’atte: 1 Fâtiha, 3 İnnâ enzelnâhü..., 2’nci rek’atte: 1 Fâtiha, 3 İhlâs-ı Şerîf, 3’üncü rek’atte: 1 Fâtiha, 3 İnnâ enzelnâhü..., 4’üncü rek’atte: 1 Fâtiha, 3 İhlâs-ı Şerîf okunur. Namazdan sonra: • 1 defa, “Allâhü ekber Allâhü ekber, Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber, Allâhü ekber ve lillâhi’l-hamd.” • 100 “Elem neşrah leke...” sûresi, • 100 “İnnâ enzelnâhü...” sûresi, • 100 defa da Resûlullâh Efendimiz’in Hz. Âişe vâlidemize öğrettiği “Allâhümme inneke Afüvvün Kerîmün tühıbbü’l-afve fa’fü annî” duâsı okunur ve duâ edilir. Mümkünse, bir de tesbih namazı kılınır. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat)

27 Haziran 2016 Pazartesi

FAZLA KONUŞMAK

FAZLA KONUŞMAK Boş ve gereksiz şeylerden söz etmek veya gerekli işlerde haddinden çok konuşmak fazla konuşmaktır. Zira maksadını kısa cümlelerle anlatmak mümkün iken onu uzun cümlelerle ve tekrar tekrar izah etmek yersizdir. Bir kelime veya cümle ile ifade edilebilecek şey, iki kelime veya cümle ile ifade edilirse bu ikincileri fazla olur. bu fazla konuşma günah ve zarara sebep olduğundan yukarıda anlattığımız nedenlerden dolayı hoş karşılanmaz. Sahabeden biri diyor ki: Bazen benden öyle şeyler sorulur ki, sıcaktan kavrulan adamın soğuk suya doyduğu hevesden daha büyük bir hevesle bu soruyu cevaplandırmak isterim. Fakat fazla konuşma olur korkusuyla bu arzumu yerine getirme, soruyu cevaplandırmam.” Gereksiz sözlerin hepsini belirtmek zordur. Ancak önemli olanları Kur’an-ı Kerim de anlatılmıştır. Yüce Allah buyuruyor ki: “Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emretmelerinden başka onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Kim Allah ‘ın rızasını arayarak böyle yaparsa (Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emrederse) ona çok büyük bir mükafat vereceğiz.” NİSA SURESİ, Ayet : 114 Peygamberimiz buyuruyor ki: Ÿ “Sözünün fazlasını tutmuş ve malının fazlasını harcamış kimseye müjdeler olsun.” İnsanlar tamamen bunun tersini yaparlar. Mallarının fazlasını tutup dillerini alabildiğine salarlar. Mitras ‘ın babası Abdullah diyor ki: “Amir oğullarından birkaç kişi Resulü Ekrem’in huzuruna çıktılar: “Sen bizim atamızsın, efendimizsin, en büyüğümüzsün, şöylesin, böylesin” diye övgülere baş ladılar. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Söylediğinizi söyleyin, şeytan sizi şaşırtıp durmasın.” Dil doğruyu bile olsa övmeye başlayınca, şeytan onu heveslendirip aşırıya gitmesine sebep olabilir. İbn-i Mesud diyor ki: “Gereksiz konuşmalardan sakının. İhtiyaç kadarınca konuşmakla yetinin.” Rivayete göre Süleyman (A.S.) ifritlerden birini bir yere gönderdi. Arkasına da başka bir ifrit taktırıp “Bak bakalım ne yapıyor” dedi. Takipçi gelip: “Sokakta önce başını göklere kaldırıyor. Sonra da insanlara bakıp sallıyor” dedi. İfrit dönünce Süleyman (A.S.): “Niçin öyle yaptın?” diye sordu. İfrit şöyle dedi: ” İnsanların başları üzerinde bulunan meleklerin nasıl süratli yazı yazdıklarına ve altlarında bulunan insanların süratli temayüllerine şaştım, onun için kafa salladım.” İbrahim Teymi diyor ki: “Mümin konuşacağı zaman sözüne bakar; eğer lehinde ise konuşur, aleyhinde ise konuşmaz. Facir ise düşünmez. Ağzına her geleni peş peşe sıralar.“ Hasan Basri diyor ki: “Çok konuşmanın yalanı çok olur. Malı artanın günahları artar. Kötü huylu olanın nefsi azaba uğramış olur.“ Amr b. Dinar diyor ki: “Resulü Ekrem’in huzurunda konuşan biri lafını uzattı.” Resulallah: “Dilinin üzerinde kaç perde var?” diye sordu. Adam: “Dudak ve dişlerim var” dedi. Resulallah: “Bunlardan hiçbiri sözlerini durduramadımı” buyurdu. Huzurunda kendisini aşırı derecede öven birisine Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Kişinin en büyük kötülüğü fazla konuşmasıdır.” Ömer b. Abdulaziz diyor ki: “Kendimi överim korkusu ile birçok şeyi söylemekten kaçınırım.“ İbni Ömer (R.A.) diyor ki: “Kimi için önemli olan şey dilini fazla konuşmaktan temizlemektir.” Ebu Derda kaba sözlü bir kadın gördü ve: “keşke dilsiz olsaydı” dedi. İbrahim Nehai diyor ki: ” İnsanları iki şey mahveder: Biri fazla mal toplamak, diğeri de fazla konuşmaktır.“ Kaynak : Kimyay-ı Saadet – İmam Gazali

Tâcir ile Papağan

Tâcir ile Papağan Ticaretle uğraşan bir adamın güzel bir papağanı vardı. Bir gün bu tâcir işi gereği Hindistan’a gitmek için yol hazırlığına başladı. Cömertliği ile tanınan bu tüccar, köle ve câriyelerine tek tek sordu: ”Sana Hindistan’dan ne getireyim? Ne istersin?” Her biri ayrı ayrı istekte bulundu. Bu cömert ve iyi kalpli tüccar onların isteklerini not aldı. Getireceğine dair söz verdi. Sıra papağana geldi. Ona da sordu: ”Ey güzel kuşum, sen ne istersin?” Papağan, ”Oradaki papağanları görünce, halimi onlara anlat. Papağanımın size selamı var. Sizi özlediğini ve kurtuluşu için çare bulmanız konusunda yardımcı olmanızı istiyor dersin” dedi. Sözlerine devam ederek. ”Ben gurbet ellerde özlemle ve ayrı düşmenin ıstırabıyla çırpınırken, sizlerin yeşil ormanların güzel ağaçlarının dallarında dolaşarak keyfetmeniz reva mıdır? Dostların vefası böyle mi olur? Sizler boylu poslu güzel eşlerinizle zevk sefa içerisindesiniz. Ben ise burada mahpusum. Yüreğim kan ağlar. Hiç olmazsa, sabahın seherinde şu garibi de hatırlayın. Dostların dostu hatırlaması mutluluktur. Başka bir şey istemiyorum” dedi. Tüccar, papağanın selâmını ve mesajını oradaki dostlarına götürmeyi de kabul ederek kervanını hazırlayarak, yola koyuldu. Günlerce yol aldıktan sonra, Hindistan’ın öbür ucuna vardı. Ağaçların üzerinde papağanları görünce, atını durdurarak onlara seslendi. Evde kafeste beslediği papağanın selâmını bildirdi. Söylemesini istediği sözleri, bir bir aktardı. Tüccar sözlerini bitirir bitirmez, oradaki papağanlardan biri birkaç kere titredi. Nefesi kesilerek düşüp öldü. Bu durumu görünce söylediğine de söyleyeceğine de pişman oldu. Kendi kendine, ”Bir canlının ölümüne sebep olarak günaha girdim. Galiba bu papağan, benim papağanın ya bir yakını ya da çok candan seveniydi” diye düşündü. Hindistan’daki alışverişini bitirerek memleketine döndü. Herkesin istediklerini birer birer teslim etti. Papağan, tüccarın hediyeleri dağıtmasını kafesinden izliyordu. Köle ve câriyelerle işi bittiğinde sahibine seslendi. ”Benim armağanım nerede? Papağan dostlarıma selâmımı ulaştırdın mı? Onların haberlerini bana anlat ki, ben de diğerleri gibi mutlu olayım.” Tüccar, ”Sevgili kuşum! Bana öyle bir iş yaptırdın ki, sana uyup da nasıl böyle bir cahillik yaptığıma hâlâ yanmaktayım. Bin pişman oldum ama pişmanlık neye yarar?” Papağan bu sözleri duyunca olanları daha çok merak etti. Sevgili kuşunun ısrarlarına dayanamayan tâcir, olanları başından sonuna bir bir anlattı. ”Söylediğin yere gittim. Dostlarına selâmını ve söylediklerini aktarınca içlerinden biri, senin gönderdiğin haberin üzüntüsüne dayanamamış olacak ki düşüp öldü. Bu durumu görünce çok pişman oldum. Ne gelir ki elden? Bir kez söylemiş bulundum” dedi. Tüccarın bu anlattıklarını dinleyen kafesteki papağan da, önce titredi, sonra kaskatı kesildi. Tâcir kendi güzel papağanının da aynı şekilde düşüp öldüğünü görünce, aklı başından gitti. Ağlayıp sızlanmaya, ah vah edip dövünmeye başladı. Başındaki külahını yere atarak, ”Ey güzeller güzeli papağanım. Hoş sesli kuşum, yoldaşım, sırdaşım. Ne oldu sana? Neden bu hale geldin?” diye feryat etti, ağıtlar yaktı. Ölü papağanı üzüntüyle kafesin içinden çıkınca, papağan birden canlanıp uçtu. Yüksek bir dala kondu. Tâcir kuşun bu durumuna şaşırdı kaldı. Başını kaldırıp, ”Ey güzel papağanım! Ben bu işten bir şey anlamadım. Sen bu hileyi nereden öğrendin? Böyle canımızı yaktın” dedi. Papağan konduğu yerden cevap verdi: ”Sevgili efendim! Hindistan’daki o kuş, yaptığı hareketle bana yol gösterdi. Selâmımı alınca düşüp ölmüş gibi yapması, bana öğüttü. Söz söylemeyi, neşelenmeyi bırak. Çünkü sen, güzel sözler söylediğin için o kafesin içerisine hapsedildin. Kurtulmak için kendini ölü gibi göster. Esirlikten kurtul demek istedi.” Tâcirin hayata bakışını değiştirecek çok hoş bir de öğüt verdi. ”Efendim! Sen de benim gibi yap. Ölmeden önce öl. Canını, ten kafesinin esaretinden kurtar. Ruhun gerçek vatanın güzelliklerine uçsun.” Papağan efendisine, ‘‘Allaha ısmarladık” diyerek vatanına ve dostlarına doğru kanat çırptı. Kaynak : Mesnevide Geçen Hikayeler

UHUD’DAN BİR SAHNE

UHUD’DAN BİR SAHNE Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) halası, Hz. Hamza’nın da kız kardeşi Hz. Safiyye (r.anhâ), Uhud harbinde Hazret-i Hamza’yı (r.a.) görmek için geldi. Onun koşarak geldiğini gören Peygamber Efendimiz (s.a.v.) oğlu Zübeyr bin Avvâm’a (r.a.): “Anneni karşıla ve geri çevir, kardeşi Hamza’ya yapılanları görmesin!” buyurdu. Zübeyr bin Avvâm (r.a.): “Ey anacığım! Resûlullah aleyhisselam seni geri çevirmemi bana emir buyurdu” dedi. Hazret-i Safiyye (r.anhâ): “Niçin geri çevrileceğim? Ben zâten kardeşimin cesedinin kesildiğini işitmişimdir. Bu, ona Allah yolunda yapılmış bir şeydir. Biz buna râzıyız. Bunun mükâfâtını Allah’tan bekleyeceğim ve inşâallah sabredeceğim!” dedi. Zübeyr (r.a.) Resûlullâh’a (s.a.v.) gelip annesinin söylediklerini haber verince, “Öyleyse serbest bırak” buyurdular. Hazret-i Safiyye gidip Hazret-i Hamza’nın cesedine baktı ve “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” dedi, Hazret-i Hamza için Allah’tan rahmet ve mağfiret diledi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Hamza’nın defnedilmesini emir buyurdular. Hazret-i Safiyye, kefenlenmesi için yanında getirdiği iki parça kefeni çıkardı ve şehid edildiğini duyduğum için bunları kardeşim Hamza’ya getirdim, dedi. Hazret-i Zübeyr anlatıyor: Kefenlemek için iki parça kefeni getirdik. Fakat o sırada onun yanında Ensar’dan şehit olan bir zat vardı. Hazret-i Hamza’ya yapılanların aynısı ona da yapılmıştı. Biz Hazret-i Hamza’yı iki parçayla kefenleyip o zatı kefensiz bırakmaktan hayâ ettik. Biriyle Hazret-i Hamza’yı, diğeriyle de o zâtı kefenlemeye karar verdik. Ancak kefenlerden biri diğerinden büyüktü. Aralarında kurâ çektik. Kime hangi parça çıktıysa onunla kefenleyip defnettik. Allâhü Teâlâ hepsinden râzı olsun. (İbn-i Hişâm, Müsned-i Ahmed)

26 Haziran 2016 Pazar

Kur`ân-ı kerim Yedi Harf Üzerine İndirildi

Kur`ân-ı kerim Yedi Harf Üzerine İndirildi Hadis-i şerifte buyuruldu: Kur’ân-ı kerim, yedi harf üzerine indirildi. Yani yedi lügat üzerine indirildi, demektir. O lügatler, Arabların fesahat ile meşhur olan lügatleri (lehçeleri)dir. (O yedi lügat:) 1- Kureyş lügati, 2-Hüzeyl, 3- Hevâzin, 4- Yemen, 5- Tayy, 6- Sakîf, 7- (Benîm Tamîm lügati) Rahatlıkla okunsun ve kolay olsun ve her taife kendi lügatlerine uygun olarak okuyabilsinler diye Kur’ân-ı kerim yedi lehçe üzerine indirildi… Bunun şartı, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinden Kur’ân-ı kerimin bu şekilde okunduğu işitilmiş olmasıdır… Zira eğer tek bir lügat üzere Kur’ân-ı kerimi okumakla mükellef olmuş olsalardı; elbette bu durum kendilerine çok meşakkatli ve çok zor gelirdi. Zira insanın alışa geldiği şeyden kesilmesi çok zordur…. Yedi Kıraat Kurân-ı kerim, yedi harf üzerine indirildi. Hadis-i şerifinden murad ya da yedi kıraat üzerine indirildi, demektir. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinden feyiz alınarak ve ümmetin zaptettiği (muhafaza ettiği) kıraatlerdir. Bu harflerin her biri, kendisini çok okuyan sahabelerden birine izafe edildi… Sonra o kıraatlerden her biri, onu tercih eden “Kurrâ-i seb’â” yedi kıraat aliminden birine izafe edildi. Yedi Kıraat Âlimi Yedi Kıraat âlimi (şu zatlardır:) 1- îmam Nâfıî 2- İbni Kesîr, 3- Ebû Amr, 4- İbni Âmir, 5- Âsim, 6- Hamza, 7- İmam Kisâî (r.h.) hazretleri Yedi Kıraat Hakkında Fetva Kıraatler için şöyle denilmektir: “Muhakkak ki yedi kıraati inkâr eden kâfirdir. Diğer kıraatleri (yedi kıraat’tan sonrasını) inkar eden ise günahkâr ve bid’atçidir.“ Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri:8/258-259. NOT : Kıraat başlı başına bir ilimdir. Yedi Kıraatin caiz olmasında üç şart aranır: 1-Resmi Osmanî’ye muvafık olması, 2- Arabi’ye muvafık olması, 3- Tevatür ile beraber sahih bir senedinin olması gerekir. Bu şartları taşıyan “Kıraat-i Seb’â”dır: Onlar şunlardır: 1 -İmam Nâfıî 2- İbni Kesîr, 3- Ebû Amr, 4-İbni Âmir, 5- Âsim, 6- Hamza, 7- İmam Kisâî (r.h.) Kıraat-i Aşere ise bunlara şu üç kıraatin ilâve edilmesidir: 8- Ebû Cafer, 9- Yakûb, 10- Halef Bunların kıraatleri de tevatür derecesindedir. Kıraat-i Erbaa Aşere (14 kıraat ise) bu Kıraat-i Aşereye şu kıraatlerin ilâve edilmesiyle olur: 11- Hasan Basrî, 12-İbniMahîs, 13-Yahya Yezidî, 14-Şenbûzî, Bu dört kıraat şazdır. Namazda bunların okunması haramdır. Bu İmamların her birinin iki râvîleri vardır. Bizim (Türkiyenin, Mısır, Suudî Arabistan ve hatta hemen hemen şu anda en makbul ve en meşhur kıraat imamı) İmam Âsim (r.h.) hazretlerdir. İmam Asım (r.h.) hazretlerinin asıl ismi, Ebû Bekir Âsim bin Ebi’n-Nücûd’tür. İki râvisi vardır. 1- Şu’be bin lyâş El-Esedî 2-İmam Hafs (r.h.)tır. Bizim kıraât’ta râvimiz olan Hafs (r.h.)’ın ismi Ebû Ömer Hafs bin Süleyman bin Müğîre el-Bezzâz’dır. İmam Âsim (r.h.)’ın üvey oğluydu. İyi bir tahsil gördü. Hicri 180 yılında vefat etti. Musannif İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) hazretlerinin kısaca değindiği kıraat âlimleri hakkında bu muhtasar bilgiyi ilâve ederek; kıraat ilmi hakkında kısacıkta olsa erbabına malûmat olsun istedim. Daha geniş bilgi için, Allâme Şeyh Şihâbüddin Ahmed bin Muhammed bin Abdülganiy ed-Dimyâtînin “İTHAFÜ FÜDÂL-İ’L-BEŞER FÎ’L-KIRAATİ’L-ERBAATİ AŞER” isimli esere bakınız. Mütercim.

BOŞ VE GÜNAH ŞEYLERİ ANLATMAK

BOŞ VE GÜNAH ŞEYLERİ ANLATMAK Dilin bir zararı da kadınla, içkiyle, zevk ve sefa ile debdebe ile ilgili şeylerden bahsetmektir. Zira bunların hiçbirinden bahsetmek helal değildir. Oysa gereksiz sözler haram değildir. Fakat gereksiz sözlerle uğraş anlar günaha düşmekten emin olamazlar. İnsanların çoğu konuşma zevkini tatmak için toplanırlar ama dedikodu yapmaktan veya günaha düşmekten kurtulamazlar. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kimisi mükafat alacağını sanmadan bir söz söyler. Yüce Allah, rızasına uygun düşen bu söz için kıyamete kadar kendisinden razı olur. Kimisi de hiç önemsemediği bir söz söyler. Bu sözü ile kıyamete kadar Allah’ın gazabına uğrar.” Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kıyamet günü en büyük hatada olanlar, dünyada en çok batıla dalan insanlardır.” Yüce Allah buyuruyor ki: “Başka söze dönünceye kadar onlarla (batıla dalanlarla) bir arada oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” Bu anlattıklarımız batıla dalmanın cezalarıdır. İleride anlatacağımız dedikodu, çekiştirme, fuhuş ve diğerlerinden ayrıdır. Bu, geçmişte olmuş kötü şeylerden bahsetmek veya dini bir zaruret olmaksızın onları düşünmektir. Bid’attan ve sahabeleri suçlayacak şeylerden bahsetmek de bu kısma girer. BAŞKASININ SÖZÜNE İTİRAZ VE MÜCADELE ETMEK Kimisi doğru olsun olmasın söylenen her sözü itiraz etmeyi adet haline getirmişler. Bu dinimizde yasaktır. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kardeşine itiraz etme. Onunla çirkin konuşma ve şaka yapma, ona söz hakkı verip de sonradan cayma.“ Peygamberimiz buyuruyor ki: ‡ ‰ ” İtiraz etmeyi terkedin. Zira onun hikmeti anlaşılmaz ve fitnes inden emin olunmaz.” Peygamberimiz buyuruyor ki: “Haklı olduğu halde mücadeleyi terkeden kimse için cennetin ortasında bir köşk yapılır. Haksız olduğu halde mücadeleyi terkeden için de cennetin kenarından bir ev yapılır.“ Peygamberimiz buyuruyor ki: “Putperestlik ve içkiden sonra Rabbimin bana yasakladığı ve benden söz aldığı ilk şey dedikodu ve mücadeleden kaçınmaktır.“ Peygamberimiz buyuruyor ki: “Allah’ın hidayetinden sonraki sapıtanlar ve mücadele edenlerden başka hiçbir kavim yoldan çıkmamıştır.” Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kul, haklı da olsa mücadeleyi terk etmedikçe, imanını olgunluğa kavuşturmuş olamaz.“ Peygamberimiz buyuruyor ki: “Şu altı hasleti kendisinde bulunduran kimse imanın hakikatine ermiştir: a) Yaz aylarında oruç tutmak. b) Düşmanla savaşmak. c) Bulutlu günde akşam namazını vaktinde ve erken kılmak. d) Belalara karşı sabretmek. e) Sıkışık zamanlarda abdesti tam olarak almak. f) Haklı olduğu halde itiraz ve münakaşayı terk etmek.” Müslim b. Yesar diyor ki: “Mücadeleden sakının. Zira mücadele, âlimin cahilleştiği, şeytanın onun dil sürçmesini beklediği andır.“ Malik b. Dinar diyor ki: “Mücadelenin dinde yeri yoktur.” Diğer bir sözünde de şöyle diyor: “Mücadele kalbi katılaştırır ve kini uyandırır.“ Süfyan-i Sevri diyor ki: “Dilediğin kadar samimi olduğun birisiyle birkaç defa mücadele et , senin aleyhinde öyle konuşurki, bir daha geçinemezsiniz.” İbn-i Ebi Leyla diyor ki: “Ben arkadaşımla mücadele etmem. Zira mücadelede ya o beni yalancı çıkaracak veya ben onu kızdırmış olacağım.” Peygamberimiz buyuruyor ki: “Her mücadelenin kefareti iki rekât namazdır.“ Hz. ömer (R.A.) diyor ki: “Üç şey için ilim öğrenmeyin: Mücadele, övünmek ve gösteriş . Üç şey içinde ilmi terk etmeyin: Öğrenmekten utanmak, lüzumsuz görmek ve bilmesem olur demek.“ İsa (A.S.) diyor ki: “Çok yalan söyleyenin güzelliği, insanlarla mücadele edenin de cana yakınlığı kalmaz. Fazla şeyle uğraşan hastalanır. Kötü ahlaklı olanda daima sıkıntılı olur.“ İnsanlara mücadele etmekten başka birde söylenen her şeyde bir kusur bulma ve ona itiraz etme hastalığı var ki buna Mira denir. Böyle huyu olan kimseler, cümlenin tarzında, anlamında veya gayesinde “şu kusur var, bu öyle değil, böyledir” şeklinde itiraz ederler. Bu huy, her çeşit itirazı ve inkar etmeyi terk etmekle düzelebilir. Duyulan söz doğru ise kabul edilir, doğru değilse sorulur. Baş kasının sözüne bazen gramer ve edebiyat yönünden de itiraz olabilir. Ne bakımdan olursa olsun başkasının kusurunu ortaya çıkarmaya dinimiz müsaade etmiyor. İster gramerine, ister anlamına olsun. İlmi konularda olan itirazlara ve tartışmalara cedel denir. Bu da kötülenmiştir. Bir konu açıklığa kavuşturulmak istenirse inkar veya inat yoluna gidilmez. Aydınlatmak gayesi taşıyormuş gibi nezaket le sual sorulup açıklanması istenir. Mücadele ise başkasını susturmak veya haksız düşürmek gayesini taşır. Belirtisi de gerçeği ortaya çıkarmak isteniyormuş gibi davranırken karşıdakinin kusurunu ortaya çıkarmak kendi üs tünlüğünü gös termektir. Bundan kurtuluş , susmakla günaha girilmeyen her yerde susmaktır. İnsanın bu tip mücadelelere sevk eden şey, ilmini ortaya koyma, üstünlük kazanma ve başkasının kusurunu ortaya çıkarma duygusudur ki, bunlar nefsin böbürlenme ve üstünlük iddiasında bulunma şehvetleridir. Başkasını küçük düşürme arzusu da yırtıcılık tabiatının gereksinmesidir. Zira insandaki yırtıcılık vasfı, başkasını ezmeği, kırmayı ve üzmeyi gerektirir. Bu iki sıfat da tehlikeli sıfatlardandır. Silahları itiraz ve mücadeledir. İtiraz ve mücadeleye devam eden kimse, bu tehlikeli sıfatları kuvvet lendirmiş olur. Bu hastalığın tedavisi üstünlük gösterisine sebep olan kibir ve baş kasını küçük görmeğe sebep olan yırtıcılık vasıflarını kırmakla mümkün olur. İmam-ı Azam, sohbetine devam eden Davud-i Tai’ye sordu: ” Niçin inzivaya çekildin;” Davud: “Mücadeleyi terketmek için, tenhalara kaçmak değil, toplantılara katılmak, söylenenleri dinlemek ve konuşmamak gerekir. Ancak bu şekilde mücadeleyi kazanırsın.” dedi. Davud-i Tai’ye karşılığı verdi: “Ben de böyle yaptım. Kendimi zorladım ve şiddetli mücadeleyi burada buldum. Sizin dediğiniz gibi oldu. Zira düzelteceği bir sözü duyan kimsenin bir şey demeyip susması kadar zor bir şey yoktur. Bunun için Peygamberimiz buyuruyor ki: “Haklı olduğu halde mücadeleyi terkeden kimseye Yüce Allah cennetin ortasında bir saray yapar.” Münakaşa ve cedelin en şiddetlisi itikat ve mezhep konularında görülür. Zira mücadele tutkusu doğuştandır. Bir de bunda sevap olduğu sanısı, mücadele hırsını artırır. Böylece hem yaratılışı, hem de inancı onu tahrik eder. Oysa bu baştanbaşa bir hatadır. Bir şeyi anlatırken mücadele yolunu değil, öğüt ve ikaz yolunu seçmek gerekir. Ancak fayda vermezse, bu işten vazgeçilmelidir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Dilini Müslümanlardan çekip, onlar için gücünün yettiği en güzel şekilde çalışan kimseye Allah rahmet etsin.“ Kaynak : Kimyay-ı Saadet – İmam Gazali

FAZLA KONUŞMAK

FAZLA KONUŞMAK Boş ve gereksiz şeylerden söz etmek veya gerekli işlerde haddinden çok konuşmak fazla konuşmaktır. Zira maksadını kısa cümlelerle anlatmak mümkün iken onu uzun cümlelerle ve tekrar tekrar izah etmek yersizdir. Bir kelime veya cümle ile ifade edilebilecek şey, iki kelime veya cümle ile ifade edilirse bu ikincileri fazla olur. bu fazla konuşma günah ve zarara sebep olduğundan yukarıda anlattığımız nedenlerden dolayı hoş karşılanmaz. Sahabeden biri diyor ki: Bazen benden öyle şeyler sorulur ki, sıcaktan kavrulan adamın soğuk suya doyduğu hevesden daha büyük bir hevesle bu soruyu cevaplandırmak isterim. Fakat fazla konuşma olur korkusuyla bu arzumu yerine getirme, soruyu cevaplandırmam.” Gereksiz sözlerin hepsini belirtmek zordur. Ancak önemli olanları Kur’an-ı Kerim de anlatılmıştır. Yüce Allah buyuruyor ki: “Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emretmelerinden başka onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Kim Allah ‘ın rızasını arayarak böyle yaparsa (Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emrederse) ona çok büyük bir mükafat vereceğiz.” NİSA SURESİ, Ayet : 114 Peygamberimiz buyuruyor ki: Ÿ “Sözünün fazlasını tutmuş ve malının fazlasını harcamış kimseye müjdeler olsun.” İnsanlar tamamen bunun tersini yaparlar. Mallarının fazlasını tutup dillerini alabildiğine salarlar. Mitras ‘ın babası Abdullah diyor ki: “Amir oğullarından birkaç kişi Resulü Ekrem’in huzuruna çıktılar: “Sen bizim atamızsın, efendimizsin, en büyüğümüzsün, şöylesin, böylesin” diye övgülere baş ladılar. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Söylediğinizi söyleyin, şeytan sizi şaşırtıp durmasın.” Dil doğruyu bile olsa övmeye başlayınca, şeytan onu heveslendirip aşırıya gitmesine sebep olabilir. İbn-i Mesud diyor ki: “Gereksiz konuşmalardan sakının. İhtiyaç kadarınca konuşmakla yetinin.” Rivayete göre Süleyman (A.S.) ifritlerden birini bir yere gönderdi. Arkasına da başka bir ifrit taktırıp “Bak bakalım ne yapıyor” dedi. Takipçi gelip: “Sokakta önce başını göklere kaldırıyor. Sonra da insanlara bakıp sallıyor” dedi. İfrit dönünce Süleyman (A.S.): “Niçin öyle yaptın?” diye sordu. İfrit şöyle dedi: ” İnsanların başları üzerinde bulunan meleklerin nasıl süratli yazı yazdıklarına ve altlarında bulunan insanların süratli temayüllerine şaştım, onun için kafa salladım.” İbrahim Teymi diyor ki: “Mümin konuşacağı zaman sözüne bakar; eğer lehinde ise konuşur, aleyhinde ise konuşmaz. Facir ise düşünmez. Ağzına her geleni peş peşe sıralar.“ Hasan Basri diyor ki: “Çok konuşmanın yalanı çok olur. Malı artanın günahları artar. Kötü huylu olanın nefsi azaba uğramış olur.“ Amr b. Dinar diyor ki: “Resulü Ekrem’in huzurunda konuşan biri lafını uzattı.” Resulallah: “Dilinin üzerinde kaç perde var?” diye sordu. Adam: “Dudak ve dişlerim var” dedi. Resulallah: “Bunlardan hiçbiri sözlerini durduramadımı” buyurdu. Huzurunda kendisini aşırı derecede öven birisine Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Kişinin en büyük kötülüğü fazla konuşmasıdır.” Ömer b. Abdulaziz diyor ki: “Kendimi överim korkusu ile birçok şeyi söylemekten kaçınırım.“ İbni Ömer (R.A.) diyor ki: “Kimi için önemli olan şey dilini fazla konuşmaktan temizlemektir.” Ebu Derda kaba sözlü bir kadın gördü ve: “keşke dilsiz olsaydı” dedi. İbrahim Nehai diyor ki: ” İnsanları iki şey mahveder: Biri fazla mal toplamak, diğeri de fazla konuşmaktır.“ Kaynak : Kimyay-ı Saadet – İmam Gazali

24 Haziran 2016 Cuma

Hutbe: ARINMA VESİLESİ: ZEKÂT VE İNFAK (24.06.2016)

24.06.2016 Tarihli Hutbe İLİ : GENEL TARİH : 24.06.2016 ARINMA VESİLESİ: ZEKÂT VE İNFAK Kardeşlerim! Okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki namazlarını huşu ile kılarlar. Onlar ki faydasız işlerden ve boş sözlerden uzak dururlar. Onlar ki zekat vermek için çalışırlar…” Kardeşlerim! Peygamberimiz (s.a.s), sahabeden Muâz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak tayin ettiğinde onu ve beraberinde gidecek olanları çağırdı. Kendilerine şu nasihatte bulundu: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” Ardından Muâz’a döndü ve şöyle buyurdu: “Muaz, henüz Müslüman olmayan bir topluluğa gidiyorsun. Onları, önce Allah’tan başka ilah olmadığına, benim de Allah’ın elçisi olduğuma davet et. Eğer bunu kabul ederlerse, beş vakit namazın farz olduğunu haber ver. Bunu da kabul ederlerse, Allah’ın kendilerine zekâtı farz kıldığını ve zekâtın zengin kimselerden alınıp fakirlere dağıtılacağını haber ver…” Aziz Müminler! Sahip olduğumuz bütün nimetler Rabbimizin bizlere birer emanetidir. Bu nimetler, hepimiz için birer imtihan vesilesidir. Bizlere düşen bu nimetlerin kıymetini bilmektir. Onları Rabbimizin rızası doğrultusunda değerlendirmektir. Yüce Rabbimiz, şükürsüzlükten, kanaatsizlikten, açgözlülükten ısrarla sakındırır bizleri. Fakirlerin korunup gözetilmediği zenginliğin, zekâtı verilmeyen kazancın, kişiyi nasıl bir hüsrana götüreceğini bildirir. Malımızı, mülkümüzü, dünyada sahip olduklarımızı ebedi kazancımıza bir vesile kılmamız gerektiğini hatırlatır Rabbimiz. Aziz Müminler! Zekât, insanlık tarihinin hemen her döneminde var olmuş bir ibadettir. Bu kadim ibadet, yüce dinimizin beş temel esasından biridir. Zekât, dinen zengin sayılan kişilerin, Allah tarafından kendilerine lütfedilen nimetlerin bir kısmını ihtiyaç sahipleriyle, yoksullarla paylaşmalarıdır. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde zekâtın kimlere hangi mallardan, hangi oranlarda verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Kardeşlerim! Malı eksilten ya da yok eden değil bilakis bereketlendiren ve artıran bir ibadettir zekât. Kişiyi cimrilik hastalığından koruyup cömertlik erdemine kavuşturur. Gönlü manevî kirlerden, serveti de ihtiyaç sahiplerinin haklarından arındırır. Zengin ile fakir arasında gönülden sevgi, saygı ve kardeşlik köprüleri kurar. Zekât, Rabbimize karşı şükür bilincimizin ifadesidir. O’na olan teslimiyet ve sadakatimizin bir tezahürüdür. Sırf Allah rızasını umarak, sahip olduğumuz her bir nimeti O’nun yolunda feda edebileceğimizin de bir sembolüdür. Kıymetli Kardeşlerim! Kur’an-ı Kerim’de zekâtın üzerinde önemle durulur. Zekâtını verenler, malını Allah yolunda harcayanlar “bahtiyar müminler” diye övülür ve ebedi cennet nimetleriyle müjdelenir.Zekâtı dikkate almayanlar, yoksulu gözetmeyenler, malının esiri olanlar ise sert bir şekilde uyarılır. Bu uyarılardan biri Rabbimizin şu âyetidir: “Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar için elem dolu bir azabı haber ver. Biriktirdikleri altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılarak onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacaktır. Ve onlara şöyle denilecektir: ‘İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı!’” Kardeşlerim! Rahmet Peygamber’inin “Yarım hurmayla da olsa cehennemden korunun.” ikazı zekât, infak, sadaka, yardımlaşma ve diğerkâmlık hakkında asırlar öncesinden bizlere rehberlik etmektedir. Ancak ne hazindir ki, bugün insanlık olarak doğal kaynakların gelişigüzel tüketildiği, ekonomik kaynakların adaletsizce bölüşüldüğü, zengin ile fakir arasındaki uçurumun baş döndürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın kimi yerlerinde insanlar açlıkla mücadele ederken, kimi yerlerindeyse israf ve vurdumduymazlık had safhadadır. İçinden geçtiğimiz süreçler, savaş ve işgaller milyonlarca fakir, kimsesiz ve yetim ortaya çıkarmıştır. Zekat ise bir anlamda yetim ve miskinlere kol kanat germektir. Nitekim İslam İşbirliği Teşkilatı, bu hususa dikkat çekmek üzere Ramazan ayının on beşinci gününü Dünya Yetimler Günü olarak ilan etmiştir. Kardeşlerim! İnsanlığın, bu gün, belki de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar huzur ve mutluluğa, sevgi ve saygıya, dostluk ve barışa, yardımlaşma ve paylaşmaya hasret olduğu aşikârdır. İşte dünyayı bu erdemlere ve hasret kalınan huzura, adaletli bir gelir dağılımına kavuşturacak olan, İslam’ın hayat yüklü mesajlarıdır. Efendimizin bize öğrettiği zekât ve infak ahlakı, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma anlayışıdır. Öyleyse geliniz kardeşlerim, hep birlikte bu kutlu ayda sahipsiz olmadıklarını hissettirmek için yanı başımızdaki ve uzağımızdaki yetim, kimsesiz, himayesiz ve yuvasız yavrularımıza gönüllerimizi, ellerimizi ve sofralarımızı açalım. Zekât ve fitrelerimizi vakit kaybetmeden verelim. İnfakta ve yardımda bulunmayı, paylaşmayı kendimize şiar edinelim. Zekâtımızı, fitremizi verirken, infakta bulunurken, insanları incitmeyelim, rencide etmeyelim. Gelin, her bir vesileyi gönül yapmak ve gönüller kazanmak için fırsat bilelim. Geliniz, dünyada sahip olduklarımızı ebedi kazanca dönüştürelim. Mü’minûn, 23/1-4. Buhârî, Megâzî, 61. Buhârî, Zekât, 63; Müslim, Îmân, 29. Müslim, İman, 21. Nûr, 24/36-38; Zâriyât, 51/15-19; Meâric,70/22-35. Tevbe, 9/34-35; Ayrıca bkz. Buhârî, Rikâk, 10. Buhârî, Zekât, 10. Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü ankara müftülügü hutbeler, izmir müftülügü hutbeler, istanbul müftülügü hutbeler

22 Haziran 2016 Çarşamba

İLİM ÖĞRETMENİN BAZI ÂDÂBI

İLİM ÖĞRETMENİN BAZI ÂDÂBI İlim öğretirken niyet, Allah’ın kullarını hak ve hakîkate ve onları ıslah edecek şeylere irşâd etmek olmalıdır. Zîrâ Allâhü Teâlâ’nın kendi vâsıtasıyla bir kişiye hidâyet etmesi, onun için güneş ve ayın üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır. Allah’tan kaçan bir kimseyi Allah’a ibâdete ve itâate çevirmek, Allah katında insanların ve cinlerin ibâdetinden daha hayırlıdır. Hoca, insanların malına tamah etmemeli, bir şeyler öğretmek için fakir talebeleri kendisine yakın tutmalı, öğretirken yumuşaklıkla muâmele etmeli, talebelere karşı mütevâzı ve şefkatli olmalıdır. Hoca, talebelerine en çok ihtiyaç duydukları, dünya ve âhireti için en mühim şeyleri ilk önce öğretmelidir. Hocanın, talebesinin anlayışını imtihan etmesinde, ilim öğrenmeye karşı hırsını araştırmasında bir mahzur yoktur. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashâbını böyle imtihan etmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.): “Ağaçların içinde bir ağaç vardır ki yaprağı düşmez. O ağaç mü‘min gibidir. Nedir o, söyleyin?” buyurdular. Oradakiler kırlardaki ağaçları saymaya başladılar. Bunun hurma ağacı olduğu o vakit henüz genç olan İbn-i Ömer’in (r.anhümâ) hatırına geldiyse de, cevap vererek oradaki büyüklerin önüne geçmekten hayâ etti. Ashâb-ı Kirâm “O nedir? Bize bildiriniz yâ Resûlallah.” dediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “O hurmadır”, buyurdular. İnsanların içinde hiç kimseyi ayıplamamalı ve azarlamamalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu şekilde davrananlar için: “Bazı kimselere ne oluyor ki böyle yapıyorlar?” buyururlardı. Karşısındakini mahcup etmek maksadıyla sual sorana cevap vermemek sünnettir. Yanıltıcı sualler soran ve anlaşılması zor olan şiirler hakkında îzah isteyenlere cevap verilmez. Âlimlere böyle sorular sormak haramdır. Çünkü bunların neticesi, âlimleri hafife almak ve dîni hakîr görmektir. (İslam Ahlâkı ve Âdâbı, Fazilet Neşriyat)

19 Haziran 2016 Pazar

ÎTİKÂF SÜNNET-İ MÜEKKEDEDİR

ÎTİKÂF SÜNNET-İ MÜEKKEDEDİR Îtikâf, cemâatle namaz kılınan bir mescitte veya mescit hükmünde bulunan bir yerde îtikâf niyetiyle bir müddet kalmaktan ibârettir. Îtikâf, vâcip, sünnet-i müekkede ve müstehab olmak üzere üç kısımdır. Nezredilen (adanan) îtikâf, vâciptir. Ramazân-ı Şerîf’in son on gününde yapılan îtikâf, kifâyet yoluyla müekked sünnettir. Bir beldede bir kişi îtikâf ederse diğerleri de sünnet ile amel etmiş olur. Başka bir zamanda ibâdet ve tâat maksadıyla bir mescitte bir müddet yapılan îtikâf da müstehabdır. Îtikâfın şartları: Îtikâfa girecek kimse; îtikâfa niyet etmiş olmalı, Müslüman ve akıllı olmalı, cünüp, hayız ve nifas olmamalıdır. Îtikâf, bir mescitte veya mescit hükmünde bulunan bir yerde yapılmalıdır. Vâcip olan îtikâfta oruçlu bulunmalıdır. Kadınlar için kendi evlerinde mescit olarak kullandıkları yerler, mescit hükmündedir. Îtikâflının mescitten özrü olmadan çıkması veya hanımı ile münâsebette bulunması îtikâfını bozar. Îtikâflının dînî, beşerî veya zarûrî bir ihtiyaçtan dolayı mescitten dışarı çıkması îtikâfı bozmaz: Cuma namazını kılmak için en yakın bir câmiye gitmesi gibi. İFŞÂ EDENE SIR VERİLMEZ Akıllı kimse her bildiğini söylemez. Bilinen her sözü söylemek uygun değildir. Gazneli Sultan Mahmud’un hizmetkârları vezirlerinden Hasan Meymendi’ye: “Sana padişah falanca iş hakkında ne dedi?” diye sordular. Hasan Meymendi: “Size de söyler” dedi. - Sen memleketin vezirisin, sana dediğini hiçbirimize söylemez, dediler. Hasan Meymendi: - Kimseye söylemeyeceğimi bildiği için güvenip bana söylüyor, o hâlde siz niçin soruyorsunuz! dedi. (Gülistan’dan Seçmeler, Çamlıca B. Y.) قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اِعْتِكَافٌ فِي رَمَضَانَ كَحَجَّتَيْنِ وَعُمْرَتَيْنِ. (مجمع) Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Ramazan ayında yapılan îtikâf, iki hac ve iki umre sevâbına denktir.” (Hadîs-i Şerîf, Mecmau’z-Zevâid)

18 Haziran 2016 Cumartesi

HAZRET-İ OSMAN VE ZEVCESİ

HAZRET-İ OSMAN VE ZEVCESİ Mü’min kadın, Allahü Teâlâ’ya isyan olmayan her hususta kocasına itâat etmelidir. Resûlullâh sallallâhü aleyhi vesellemin kızı Hz. Rukiyye, kocası Osman (r.a)’ı câriyelerinden birine latîfe yaparken gördü. Hazret-i Osman utandı, Hazret-i Rukiyye de kıskandı, ağlayarak Resûlullah’a geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Seni ağlatan nedir?” buyurunca, Hz. Rukiyye olanları anlattı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Ey Rukiyye! Eğer Allah ve Resûlü’nün rızâsını istersen yüzünü kocanın ayaklarına sür, onun rızâsını iste. Muhakkak göklerdeki herkes benimle iftihar eder. Ben de Osman ile iftihâr ederim” buyurunca Rukiyye (r.anhâ) hayretle: “Eğer annem Hadîce sağ olsaydı bana yardım ederdi” deyip döndü. Hazret-i Osman’ın odasına gitti ve kapı aralığından bakınca gördü ki, Osman (r.a.) secdeye kapanmış ağlıyor ve şöyle niyâz ediyordu: “Allâhım, Resûlünü bana öfkelendirme. Ben senin habîbine damad olmak nimetinin kadrini bilemedim.” Rukiyye (r.anhâ) bunu işitince öfkesi yatıştı. Hz. Osman ona sarılmak istedi, fakat Rukiyye (r.anhâ): “Hayır! Önce babamın tavsiyesini yerine getireyim.” dedi ve ayaklarına kapandı, yüzünü ayaklarına sürdü. Hazret-i Osman bu hali görünce ağladı ve dedi ki: “Sâhibi olduğum bütün câriyeleri Resûlullâh’ın ve kızı Rukiyye’nin rızâlarının müjdesi uğruna âzâd ettim.” Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onların barıştıklarını işitince şükretti ve sevindi. Cebrâil aleyhisselâm geldi ve şöyle buyurdu: Yâ Resûlallâh! Allahü Teâlâ sana selâm edip buyurdu ki: “Osman’ı müjdele, câriyelerini senin ve evlâdının rızâsı için âzâd edince kalemi ondan kaldırdım. Onun için mîzân kurmayacağım ve kıyâmet günü hesâb görmeyecektir. Böylece insanlar, cinler ve melekler senin kadrini ve çocuklarının kıymetini bilsinler.” (Hulâsatü’l-Ahbâr, Azîz Mahmud Hüdâî) قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اَلْحَيَاءُ مِنَ الْاِيمَانِ وَأَحْيَى أُمَّتِي عُثْمَانُ. (كنز) Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Hayâ, îmândandır. Ümmetimin en çok hayâ sâhibi olanı Osman’dır.” (Hadîs-i Şerîf, Kenzü’l-Ummâl)

KADİR GECESİ’Nİ BULMAK

KADİR GECESİ’Nİ BULMAK İmâm-ı Şa’rânî Hazretleri, Kadir Gecesi’nin kaçıncı gece olduğunu, Ramazân-ı Şerîf’in ilk gününe göre şöyle tesbit etmiştir. Ramazân-ı Şerîf: • Pazar günü girerse, 28’i 29’a bağlayan gece. • Pazartesi günü girerse, 20’yi 21’e bağlayan gece. • Salı günü girerse, 26’yı 27’ye bağlayan gece. • Çarşamba günü girerse, 18’i 19’a bağlayan gece. • Perşembe günü girerse, 24’ü 25’e bağlayan gece. • Cuma günü girerse, 16’yı 17’ye bağlayan gece. • Cumartesi günü girerse, 22’yi 23’e bağlayan gece. İmâm-ı Şa’rânî Hazretleri 30 sene Kadir Gecesi’yle bu usûle göre müşerref olmuşlardır. Birçok evliyâ bu usûlle Kadir Gecesi’ni bulmuşlardır. Kadir Gecesi’nin bu ay içerisinde hangi gece olduğunun gizlenmesi, mü’minlerin her geceyi Kadir Gecesi bilip, her gece çokça ibâdet etmeleri içindir. Kadir Gecesi’nde hava berrâk ve güzel olur. O gece her şey Allâh’a secde eder. Denizlerin suyu bir an için tatlılaşır. Mü’minler aff-ı ilâhî ve mağfiret-i sübhânîye mazhar olurlar. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat) Netîce olarak Ramazân-ı Şerîf hangi gün girerse girsin, bu hesaba göre Kadir Gecesi, cumartesiyi pazara bağlayan geceye isâbet etmektedir. Ramazân-ı Şerîf’in ikinci yarısında iki adet cumartesi gününden 17, 19 gibi tek sayılı gecelerden biri Kadir Gecesi’dir. BEYİT: Câhilin fahri cem’-i mâl iledir Ârifin izzeti kemâl iledir. Şeyhülislâm Abdülkadîr Hamîdî (Câhil şerefi malda arar. Ârif ise şerefi kemâlde; ilim ve edep ile olgunlaşmakta arar.) Kadir gecesi 2016, kadir gecesi ne zaman, kadir gecesini aramak قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: ...إِنَّ هَذَا الشَّهْرَ قَدْ حَضَرَكُمْ وَفِيهِ لَيْلَةٌ خَيْرٌ مِنْ أَلْفِ شَهْرٍ مَنْ حُرِمَهَا فَقَدْ حُرِمَ الْخَيْرَ كُلَّهُ وَلَا يُحْرَمُ خَيْرَهَا إِلَّا مَحْرُومٌ. (هـ) “Muhakkak bu Ramazan ayı size ulaştı. Bu ayda bin aydan hayırlı (Kadir) Gece(si) vardır. O gecenin hayır ve bereketinden mahrum kalan kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış olur. Kadir gecesinin hayrından ancak nasipsizler mahrum kalır.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i İbn-i Mâce)

12 Haziran 2016 Pazar

ZEKÂT CİMRİLİKTEN, KÖTÜ AHLÂKTAN TEMİZLER

ZEKÂT CİMRİLİKTEN, KÖTÜ AHLÂKTAN TEMİZLER İslâm’ın şartlarından biri de malının zekâtını vermektir. Ticâret malları ile altın, gümüş ve nakit paraların kırkta biri verilir. Zekât, temizlik ve üreyip çoğalmak mânâsınadır. Malın zekâtını vermek kalan mala çok bereket getirir, zekât verenin malı gittikçe artar. Lâkin bu faydayı elde etmek için zekâtı gönül hoşluğu ile vermek lâzımdır. İstemeyerek işlenen amel Allâhü Teâlâ’nın rızâsına yakın ve makbûl olmaz. Velî (Allah’ın sevgili bir kulu) olmak mal ve canı Allah yolunda fedâ etmeye bağlıdır. Cimri olan velî olamaz. Zekât cimrilik gibi kötü ahlâktan temizler. Allâhü Teâlâ, malını kendi rızası için verene ondan hayırlısını, canını ve fânî vücûdunu fedâ edene de ondan hayırlı olan ebedî hayâtı ve cemâl-i ilâhiyyeyi görmeyi nasîb eder. Kur’ân-ı Kerîm’de -meâlen-: “Allâhü Teâlâ’nın rızâsına muvâfık güzel ameller yapanlara ondan daha güzeli ve bir de ziyâde var.” (Yûnus sûresi, âyet 26)” buyurulmuştur. Buradaki ziyâde Allah’ın cemâlini görmek (rü’yetullah) olarak tefsir edilmiştir. Yine âyet-i celîlede -meâlen-: “…Hakkında sizi tasarrufa salahiyetli kıldığı şeylerden infak eyleyin.” (Hadîd sûresi, âyet 7) buyurulmuştur. Yani halkın ellerinde olan mallar hakîkatte Allâhü Teâlâ’nındır, halka emânet olarak vermiştir. Nisâba mâlik olan herkesin o maldan zekât ve sadaka vermesi lâzımdır. Fetvâ kitaplarında okuma ve okutma ile meşgul olan ilim ehlinin zengin de olsa zekat almasının caiz olduğu yazılmıştır. (Tenvîru’l-ebsâr ve Tefsîr-i Semerkandî) Hadîs-i şerîfte: “Kırk senelik nafakası da olsa ilim (din ilmi) talebesine zekât verilir.” buyurulmuştur. İsmâil Hakkı Bursevî diyor ki: “Burada ilimden maksad: Peygamberlerin ve evliyânın ilmi olan dînî ilimlerdir. Yoksa yalnız felsefî ve aklî ilimleri tahsîl edenler değildir. (Hadîs-i Erbâîn terc. ve şerh, İ. Hakkı Bursevî) قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: مَنْ فَطَّرَ صَائِمًا كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِهِ غَيْرَ أَنَّهُ لَا يَنْقُصُ مِنْ أَجْرِ الصَّائِمِ شَيْئًا. (ت) Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, -oruçlunun sevâbından hiçbir şey eksilmeden- onun sevâbı gibi sevab alır.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i Tirmizî)

11 Haziran 2016 Cumartesi

“KUR’ÂN-I KERÎM’İ ÖĞRENİNİZ, ONU DEVAMLI OKUYUNUZ”

“KUR’ÂN-I KERÎM’İ ÖĞRENİNİZ, ONU DEVAMLI OKUYUNUZ” Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: • “Kur’ân-ı Kerîm’e inanıp amel ederek okuyan mü’min kıyâmet günü getirilir. Kur’ân-ı Kerîm şöyle niyâz eder: “Yâ Rabbi, onu giydir.” Ona kerâmet tâcı giydirilir. Sonra Kur’ân-ı Kerîm: “Yâ Rabbi, artır” der. Kerâmet elbisesi giydirilir. Sonra Kur’ân-ı Kerîm: “Yâ Rabbi, ondan râzı ol” der, Allâhü Teâlâ ondan râzı olur. O kişiye: “Oku ve terakkî et, yüksel” denir, okuduğu her bir âyete bir hasene (sevap) verilir.” (Sünen-i Tirmizî) • “Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet gününde ana babasının başına bir tac giydirilir ki onun nûru, dünyâ evlerini aydınlatan güneş evinizin içinde bulunmuş olsa ondan daha parlak ve güzeldir. -Ana babasına bu ikrâm yapılırsa- ya bu ameli işleyenin mükâfâtı nasıl olur, düşünün!” (Ebû Dâvûd) • “Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur, ezberler, helâlini helâl, harâmını haram olarak kabûl ederse Allâhü Teâlâ onu cennetine koyar, onu âilesinden cehennemlik olduğuna hükmedilmiş on kişiye şefâatçi kılar.” (Sünen-i Tirmizî) • “Kur’ân-ı Kerîm’i öğreniniz, onu devamlı okuyunuz, gece en son ameliniz Kur’ân-ı Kerîm’den -Âyetülkürsî, Kâfirûn Sûresi gibi- âyetler okumak olsun. Muhakkak Kur’ân-ı Kerim, onu öğrenen, gece namazlarında okuyan kimse için her yere güzel kokular saçan misk dolu kese gibidir. Onu öğrenip ezberlediği halde okumayan içinse ağzı ip ile bağlanmış misk kesesi gibidir.” Yani ondan güzel koku çıkmaz. (Sünen-i Tirmizî) • Bir kimse “Yâ Resûlallâh! Hangi ameli Allâhü Teâlâ daha çok sever?” diye sormuştu. Peygamberimiz (s.a.v.) “Konup göçenin ameli!” buyurdu. “Konup göçen ne demektir?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.) “Kur’ân’ı başından sonuna kadar okuyan kimsedir ki, ne zaman sonuna kadar okusa, hemen baş tarafına geçip yeniden okumağa başlar.” buyurdu. (Sünen-i Tirmizî) قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ. (هـ) Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan onlara kalan sâdece açlıktır. Nice (gece ibâdet için) kalkanlar vardır ki, onların bundan hisseleri ancak uykusuzluktur.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i İbn-i Mâce)

10 Haziran 2016 Cuma

Hutbe: Ben Oruçluyum (10.06.2016)

Ben Oruçluyum (10.06.2016) Muhterem Müslümanlar Ramazan ayının rahmet, bereket, huzur, mağfiret ve duygu yüklü havasını teneffüs etmekteyiz. Ramazan ayı, hikmet dolu sahurlarıyla, şükür ve paylaşımın zirveye ulaştığı iftar sofralarıyla, ibadetin coşkuya dönüştüğü teravihleriyle hayatımıza ayrı bir güzellik katmaktadır. Bunların içinde orucun, şüphesiz ayrı bir yeri vardır. Oruç, insanı gayri meşru istek ve arzularına esir olmaktan koruyan bir kalkandır. Hutbemin başında okuduğum; “Ey iman edenler! Kötülüklerden sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı”[1] ayetiyle, hem orucun farz kılınmış bir ibadet olduğuna hem de onunla gerçekleştirilmek istenen hedefe işaret edilmektedir ki bu da kötülük ve günahlardan uzak durmaktır. Değerli Mü’minler Oruç, ahlâkımızı güzelleştirir. Oruç, bize daima Allah'ı hatırlatır, sorumluluk duygusunu geliştirir. Kalbimizi kötü duygu ve düşüncelerden temizler, başkalarına fenalık yapmaktan korur. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), "Oruç bir kalkandır. Sizden biriniz oruçlu olduğu bir günde kötü söz söylemesin, münakaşa etmesin. O'na birisi sataşır veya kötü söz söylerse "Ben oruçluyum" desin”[2] buyurmaktadır. Oruç, merhamet ve yardım duygularını geliştirir. Oruç tutan kişi açlığın ne olduğunu bilir ve yoksulların sıkıntılarını yüreğinde daha iyi hisseder ve ihtiyaç sahiplerine yardım elini uzatır. Oruç, insana sabırlı olmayı öğretir. Oruç tutmakla, belirli bir zaman yeme, içme arzusuna karşı koyan insan, hayatta karşısına çıkabilecek güçlüklere de kolaylıkla sabreder, acılara ve sıkıntılara dayanır, iradesi güç kazanır. Oruç, insana verilen nimetlere şükretmeyi öğretir. İnsan elinde olan nimetlerin kadrini kıymetini ancak kaybedince, elinden çıkınca anlar. Oruç tutmakla bir süre nimetlerden uzak kalan insan, bu nimetlerin değerini anlar ve sahip olduklarına şükreder. Oruç, insanı kötülüklerden uzaklaştırır. Oruç tutmak yalan ve dedikodu gibi kötü huyları da terk etmeyi gerektirir. Aksi halde kulun oruçtan alacağı manevi bir kazanç olmayacağını Efendimizin şu hadisinden öğrenmekteyiz; “Oruçlu kimse, yalan sözü ve yalanla amel etmeyi terk etmezse, onun yemesini içmesini terk etmesine, Allah'ın ihtiyacı yoktur.”[3] Değerli Kardeşlerim Tuttuğumuz oruçların karşılığını tam olarak alabilmek için dilimizi yalandan, elimizi haramdan, midemizi haram lokmadan, gözlerimizi harama bakmaktan, kulaklarımızı yalan ve dedikodu dinlemekten, ayaklarımızı kötü işler peşinde koşmaktan uzak tutmalıyız. Aksi halde orucumuzdan sadece geriye açlık ve susuzluk kalacaktır. Hutbemi Sevgili Peygamber efendimizin bir müjdesi ile bitirmek istiyorum; “Kim inanarak ve sevabını sadece Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa önceki günahları affedilir.”[4] Rabbim hepimize tuttuğumuz oruçlarımız sebebiyle affedilen kullarından olmayı nasip eylesin. Salim ÜZÜLMEZ Lahr DİTİB Ulu Camii Din Görevlisi [1] Bakara, 2/183 [2] Buhari, Savm 2 [3] Buhari, Savm 8 [4] Buhârî, Savm 6

Hutbe: Ich faste (10.06.2016)

Ich faste (10.06.2016) Verehrte Muslime Wir atmen die mit Barmherzigkeit, Segen, Wohl, Vergebung und Regung gefüllte Atmosphäre des Monats Ramadan. Der Ramadan beschert unserem Leben eine besondere Schönheit mit der Weisheit des Sahur-Mahls, der Tafel des Fastenbrechens, worin der Dank und das Teilen ihren Gipfel erreichen, und sich der Gottesdienst mit den Terawihgebeten zu einer Euphorie wandelt. Hierunter hat das Fasten ohne Zweifel einen besonderen Platz. Das Fasten ist ein Schutzschild für den Menschen, das ihn davor schützt, Gefangener von illegitimen Begierden und Gefangener von seinen Wünschen zu sein. Mit dem am Anfang meiner Predigt rezitierten Vers: “O die ihr glaubt, vorgeschrieben ist euch das Fasten, so wie es denjenigen vor euch vorgeschrieben war, auf dass ihr gottesfürchtig werden möget.”1 wird darauf hingewiesen, dass sowohl das Fasten ein Gottesdienst ist, das eine auferlegte Pflicht ist, als auch auf den Zweck hingewiesen wird, das damit beabsichtigt ist; und das ist das Fernzubleiben vom Bösen und von Sünden. Werte Gläubige Das Fasten verschönert unseren Charakter. Das Fasten erinnert uns immer an Allah und entwickelt das Verantwortungsbewusstsein. Unser Herz wird von bösen Empfindungen und Gedanken durch das Fasten gereinigt und es schützt uns davor, anderen gegenüber Böses anzutun. Denn unser geliebter Prophet (s) sagte: “Das Fasten ist ein Schutzschild. Wenn einer von euch fastet, so soll er an einem solchen Tage nichts Böses sagen und nicht Wortgefechte mit anderen führen. Sollte ein anderer die Auseinandersetzung mit ihm suchen oder ihm Böses sagen, so soll er sagen: Ich faste”.2 Das Fasten entwickelt unsere Empfindungen der Barmherzigkeit und Hilfe. Ein Fastender weiß, was Hungern ist, erfährt die Probleme der Bedürftigen noch besser in seinem Herzen und streckt seine Hände für die Bedürftigen aus. Das Fasten lehrt den Menschen geduldig zu sein. Durch das Fasten widersetzt sich der Mensch für eine bestimmte Zeit seinem Willen zu essen und zu trinken und übt einfacher Geduld für Schwierigkeiten, die er im Leben begegnet und er kann dadurch Schmerzen und Probleme aushalten und somit seine Willenskraft stärken. Das Fasten lehrt dem Menschen, für die ihm geschenkten Gaben zu danken. Der Mensch erkennt den Wert der Gaben nur dann, wenn diese ihm aus der Hand gleiten. Durch das Fasten bleibt der Mensch für eine gewisse Zeit fern von diesen Gaben und erkennt ihren Wert, sowie dankt er für das, was er besitzt. Fasten lässt den Menschen vom Bösen entfernen. Das Fasten erfordert auch, sich von bösen Gewohnheiten wie das Lügen zu verabschieden und üble Nachrede zu unterlassen. Von der folgenden Hadis unseres Propheten erfahren wir, dass andernfalls der Mensch keinen geistigen Profit von seinem Fasten ernten wird: “Wenn der Fastende das Lügen und die Handlung basierend auf Lüge nicht unterlässt, hat Allah keinen Bedarf nach dem Unterlassen seines Essens und Trinkens.3 Geehrte Geschwister Um den Lohn unseres Fastens vollständig empfangen zu können, sollten wir unsere Zunge vor Lüge, unsere Hände vom Unerlaubten, unseren Magen von unerlaubten Speisen, unsere Augen vor dem Blick nach Unerlaubtem, unsere Ohren vor dem Hören von Lüge und Nachrede sowie unsere Füße vor dem Hinterherlaufen von bösen Handlungen bewahren. Andernfalls wird von unserem Fasten nur noch Hunger und Durst übrig bleiben. Ich beende meine Predigt mit einer Verheißung unseres geliebten Propheten: “Demjenigen, der daran glaubend und den Lohn allein von Allah erwartend das Fasten im Ramadan durchführt, werden die vorherigen Sünden vergeben.”4 Möge unser Herr Allah uns aufgrund unserer durchgeführten Fasten zu denjenigen Dienern machen, denen vergeben wird. Salim Üzülmez Religionsbeauftragter DITIB Lahr Ulu Moschee 1 Koran, al-Baqara, 2/183 2 al-Bukhari, Sawm 2 3 al-Bukhari, Sawm 8 4 al-Bukhari, Sawm 6 2016-06-10 Alle Rechte vorbehalten. Kein Teil des Werkes darf in irgendeiner Form ohne schriftliche Genehmigung der DITIB reproduziert, vervielfältigt oder verarbeitet werden.

Hutbe: KUR’AN AYI RAMAZAN 10.06.2016

10.06.2016 Tarihli Hutbe İLİ : GENEL TARİH : 10.06.2016 KUR’AN AYI RAMAZAN Okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “Ramazan öyle bir aydır ki insanlar için hidayet rehberi olan, bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan ve hakkı batıldan ayıran Kur’an işte bu ayda indirilmiştir.” Kardeşlerim! Bir gün Peygamberimiz (s.a.s), Abdullah b. Mes’ûd’u çağırdı ve ona: “Ey Abdullah! Kur’an oku. Senden Kur’an dinlemek istiyorum” dedi. Abdullah: “Yâ Resûlallah, Kur’an senin kalbine vahyolundu ben sana nasıl okuyayım?” diyerek cevap verdi. Allah Resulü: “Ben Kur’anı bir başkasından dinlemekten büyük bir haz duyuyorum. Hele senden dinlemeyi çok istiyorum” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah, Nisa Suresi’ni okumaya başladı. Yetimlerin anlatıldığı ayetleri okudu. Nihayet, “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit kıldığımız zaman bakalım onların hali nice olacak.” ayetini okuyunca Rahmet Elçisinin gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Ve Efendimiz; “Abdullah yeter!” dedi. Kardeşlerim! İşte okunduğu zaman mümin yürekleri iliklerine kadar etkileyen rahmet kitabımız Kur’an-ı Kerim, Ramazanı şerifin bizlere yüce bir hediyesidir. Bir Ramazan günü Hira’da “Oku” emriyle inmeye başlayan Kerim Kitabımız, insanları doğru yola ileten bir hidayet rehberi ve rahmet vesilesidir. Hayatı anlamlı kılan bugünümüze ve yarınlarımıza dair umutlarımızı diri tutmamızı sağlayan hayat kitabımızdır Kur’an. Sözlerin en güzeli, yaratıcımızın en büyük hazinesi, en büyük ikramıdır biz kullarına Kur’an. İnsana Rabbini, kendisini ve çevresini tanıtan ilahi kılavuzdur. Kur’an müminin, varlığını ve yokluğunu, hüznünü ve mutluluğunu ibadete dönüştüren kulluk kitabıdır. Kur’an, rahmet yüklü mesajlarıyla insanı yüceltmiş, onu şereflendirmiştir. Allah nice millet ve toplumları bu Kerim Kitap’la aziz kılmıştır. Ona yönelen felah bulmuş ondan yüz çeviren hüsrana uğramıştır. Kardeşlerim! Yüce kitabımız Kur’an insanlık âlemini evrensel ilkelerle buluşturmuş, insanlığı yüksek değerlere kavuşturmuştur. Bu kitap ki inmeye başladığı andan itibaren, tüm insanlığı hakka, adalete, merhamete, ahlak ve fazilete çağırmıştır. Bize iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini hayır ile şerri birbirinden ayırmayı öğretmiştir. Bu kitap ki aklımızı kalbimizle buluşturdu. Kalbimizi de aklımızla buluşturdu. Bu kitap ki ruhumuzu bedenimizle buluşturdu. Bizde bir tevhid oluşturdu ve bizi tevhide iman etmeye davet etti. Kardeşlerim! Kitabımız Kur’an-ı Kerim bize iyi bir kul olmayı öğretti. Bizim başıboş yaratılmadığımızı, sorumluluk sahibi mükerrem bir varlık olduğumuzu hatırlattı. Bize iyi bir evlat olmayı öğretti. Anne-babaya “öf” demek bile yok dedi. “Rahmet ve şefkat kanatlarını annenin, babanın üzerinden kaldıramazsın” dedi. Eli öpülesi büyüklerimize şefkat göstermeyi öğretti. Sonra iyi bir baba, iyi bir anne olmayı öğretti. İyi bir eş, iyi bir dost, iyi bir komşu hâsılı iyi bir insan olmayı öğretti. Yetim yürekleri sevindirmeyi, engelli kardeşlerimizin yüzünü güldürmeyi, gurbet hayatı yaşayan mülteci misafirlerimize sıla sıcaklığı hissettirebilmeyi öğretti. Aziz Kardeşlerim! Öyleyse geliniz rahmet, bereket ve mağfiret iklimi Kur’an ayında kalplerimizi, zihinlerimizi ve yaşantılarımızı Kur’an ile mamur kılalım. Gönüllerimizi bu yüce kitabın mesaj ve anlam dünyasından mahrum bırakmayalım. Resul-i Ekrem (s.a.s)’in “Kalbinde Kur’andan herhangi bir eser bulunmayan kimse tıpkı harabe bir eve benzer” şeklindeki uyarısını unutmayalım. Kur’an’ın hakikatler dünyasıyla tanışalım. Bu ayda dünya semasına inen Kur’an’ı tekrar gönül semalarımıza indirelim. Allah Resülü’nün sünneti seniyyesi mukabelelerimizle Kur’an aşkımızı ve şuurumuzu bir kez daha pekiştirelim. Unutmayalım ki, bizler Kur’an-ı Kerim’e yöneldikçe o bize bütün kapılarını, ufuklarını cömertçe açacaktır. Bizi insana huzur ve mutluluk veren mana saraylarında ağırlayacaktır. Kardeşlerim! Rahmetiyle bütün insanlığı kuşatan mübarek Ramazan günlerinde dahi vicdanlarını kaybetmiş, değerlerini yitirmiş insanlık düşmanları tarafından, memleketimizin muhtelif şehirlerinde menfûr terör saldırılarında şehit olan güvenlik güçlerimize ve vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Kardeşlerimizin şehit olmasına ve yaralanmasına neden olan bu meş’ûm terör saldırılarını gerçekleştirenleri şiddetle lanetliyorum. Yüreklerimizi dağlayan bu elîm saldırılarda yakınlarını kaybeden kardeşlerimize ve milletimize sabır, metanet ve başsağlığı diliyorum. Hutbemi, Efendimiz (s.a.s)’in bir hadis-i şerifiyle bitiriyorum: “Sözlerin en doğrusu, Allah’ın kelâmı; rehberliğin en güzeli ise Muhammed’in rehberliğidir.” Bakara, 2/185. Nisâ, 4/41. Buhârî, Fedâilü’l Kur’an, 33. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18. Nesâî, Îdeyn, 22. Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü istanbul müftülügü hutbeler, ankara müftülügü hutbeler, izmir müftülügü hutbeler

Hutbe: Die Bedeutung des Zekât,(10. Juni 2016)

Die Bedeutung des Zekât, 05. Ramazan 1437 (10. Juni 2016) Verehrte Muslime, Heute sprechen wir in unserer Hutbe über den Zekât und seinen Wert in der islamischen Religion. Cenab-ı Hakk spricht in der Sûre Bakara in Âyet 43: “Verrichtet den Namaz aufrichtig, entrichtet den Zekât in gebührender Form.” Der Zekât gehört zu den fünf Säulen des Islams und ist im Jahre zwei nach der Hicret und kurz vor dem Monat Ramazan zu farz erklärt worden. Rasûlullâh (s.a.v.) beschreibt diese fünf Säulen in dem unter den Ulemâ als “Mebâni-i Islâm” bekannten Hadîs-i Şerîf mit den folgenden Worten: “Der Islam ist errichtet auf fünf Säulen: Die Zeugenschaft, dass es außer Allah keine andere Gottheit gibt und dass Muhammed (s.a.v.) Sein Gesandter und Auserwählter ist, die aufrichtige Verrichtung des Namaz, die Entrichtung des Zekât in gebührender Form, das Fasten im Monat Ramazan und, wenn die Kraft reicht, der Hadsch zur Ka’be, zum Haus Allâhs.” (Sahih-i Buhârî, İman 1,2) Zekât bedeutet wörtlich Sauberkeit, Vermehrung, Überfluss und Bereket. Nach islamisch-religiösem Verständnis steht es für eine bestimmte Menge aus dem Besitz oder Vermögen, den ein Muslim, der Mukellef, das heißt religiös mündig ist, bedürftigen Menschen zu geben hat. Wichtig bei dieser Handlung ist die Absicht, also die Niyet dem Gebot Allâhs genüge zu tun. Der Zekât ist demnach eine materielle Ibâdet und wird wegen ihrer Wichtigkeit an weit mehr als achtzig (80) Stellen im Kur’ânı- azîmü’ş-Şân erwähnt. Weil das Vermögen oder die Güter, deren Zekât entrichtet wird, gereinigt werden und dafür Sorge tragen, dass der gereinigte Teil sich gesünder vermehrt und auch noch für Sevab und Lohn im Jenseits sorgen, heißt die jährliche Sozialabgabe eben “Zekât”. Der Zekât ist reinigend. Es reinigt den Besitz von Haram und den Besitzer von Habgier und Geiz. Dieser Zustand ist von einigen Evliyâullah in folgender Weise erläutert worden: In den Adern der Freigebigkeit, also der Sahâvet entstehen Verstopfungen. Um diese Verstopfungen zu öffnen gibt man am besten seinen Zekat, seine Sadaka-i Fıtr und ähnliche Hayır-Gaben in die Hand eines geizigen Menschen und bittet ihn das Geld an vorher bestimmte Personen auszuteilen. So gewöhnt sich diese Person an den Zekât. Damit werden eure Abgaben makbul, also bei Allah angenommen und ihr bekommt dazu noch Sevab bei Allah, weil ihr eine Person zur Abgabe von Zekât angeleitet habt...” Der Zekat schützt den Besitz. So spricht Rasûlullâh (s.a.v.) hierzu “Nimmt euren Besitz mit dem Zekât in Schutz. Und mit der Sadaka, also der freiwilligen Abgabe heilt euch von euren Krankheiten.“ Der Zekât reinigt nicht nur das Hab und Gut aus dem es gegeben wurde, sondern auch den Zekât-Geber selbst. Dies basiert auf Âyet 103 (Einhundertdrei) in der Sûre Tevbe. Dort heißt es umschrieben: “Nimm von ihrem Vermögen eine Sadaka, mit der du sie reinigst und ihre Belohnung vermehrst.” Die überwiegende Mehrheit der Fukahâ, also der islamischen Rechtsgelehrten sind sich darin einig, dass das Wort Sadaka in dieser Âyet als Zekât zu verstehen ist. Auch benutzt man landläufig das Wort Sadaka fast als Synonym für Zekât. Liebe Muslime, Es ist sehr wichtig sich für den richtigen Zeitpunkt und die richtigen Empfänger des Zekât zu entscheiden. Der Zekat kann prinzipiell ganzjährlich entrichtet werden, aber in einem Hadîs-i Şerîf in dem über den Wert des Monats Ramazan berichtet wird, erwähnt Rasûlullâh (s.a.v.), dass darin für nâfile Ibâdât der Lohn für Farz-Ibâdât gegeben wird und für Farz-Ibâdât hingegen der Sevab von 70 (siebzig) normalen Farz-Ibâdât. Aus diesem Grunde ist es verdienstvoller den Zekât im Ramazan zu entrichten. Im Kur’an-ı Kerim sind 8 (acht) verschiedene Zekât-Empfänger benannt. Eine dieser Empfänger-Gruppen sind jene “auf dem Wege Allâhs”. Zu diesen gehören unweigerlich auch Menschen, die sich dem Studium der islamischen Lehre verschrieben haben. Dies wird von den Ulemâ besonders hervorgehoben. Es ist ein Zeichen von Vernunft und Intelligenz in das Meistbringende zu investieren, sowohl in materieller als auch in spiritueller Hinsicht.

Hutbe:Zekat İbadetinin ehemmiyeti (10 Haziran 2016)

Zekat İbadetinin ehemmiyeti 5 Ramazan 1437 (10 Haziran 2016) استعيذ بالله: خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِم بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَّهُمْ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ * قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ: حَصِّنُوا أَمْوَالَكُمْ بِالزَّكاَةِ وَدَاوُوا مَرْضَاكُمْ بِالصَّدَقَةِ ..... Muhterem Mü’minler, Hutbemiz ZEKAT İBADETİ’NİN DİNİMİZDEKİ YERİ VE FAZİLETİ hakkındadır. Cenab-ı Hak Bakara Suresi’nin 43. Ayet-i Kerimesi’nde mealen şöyle buyurmaktadır: “Namazı tam kılın, zekatı hakkıyla verin” Hicretin ikinci yılında Ramazan Ayı’ndan önce farz kılınan Zekat ibadeti, İslam’ın üzerine bina kılındığı beş temelden biridir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hadis Uleması tarafından “Mebani-i İslam Hadisi” diye isimlendilen hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İslam beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Rasülü olduğuna şahadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekatı hakkıyla vermek, Ramazan orucunu tutmak ve gücü yetiyorsa Allah’ın evi Ka’be’yi haccetmek” (Sahih-i Buhârî, İman 1,2) Zekat, lügatte temizlik, ziyadeleşme, layık olma, bolluk ve bereket içinde yaşama gibi manalara gelir. Dinimizde ise, “Belli şartlar altında belirli bir miktar malı lâyık olan kimselere vermek” demektir. Görüldüğü üzere Zekat İbadeti, mâlî bir ibadettir ve mâlî ibadetlerin en mühimmidir. Ehemmiyetine binaen de Kur’ânı- azîmü’ş-Şân’da seksenden fazla yerde zikredilmiştir. Zekatı verilen malın temizlenmesinden, artmasından ve ahirette sevaba vesile olmasından dolayı bu mâlî ibadete zekat ismi verilmiştir. Evet Zekat temizleyici bir ibadettir. Malı kirinden, sahibini ise cimrilikten temizler. (Mev’ızatül-Müminin s.48) Bu husus, Evliyâullah’tan bazıları tarafından şöyle izah buyrulmuştur: İnsanın cömertlik damarlarında tıkanmalar olur. Onun açılması için vereceğiniz zekat, fıtra ve benzeri hayırları cimri olan kimselere teslim ederek: “Şunu falan müesseseye yahut, falan kimseye veriver”, derseniz o da vermeye alışır. Bu suretle hem sizin verdiğiniz makbul olur, hem de vermeye teşvik ettiğiniz için sevap kazanırsınız...”1 Aynı zamanda zekat malı korur. Peygamber Efendimiz (s.a.): Mallarınızı zekat ile muhafaza altına alın. Sadaka ile de hastalıklarınıza deva bulun.2, buyurmuşlardır. Zekat İbadeti’nin, hem zekatı verilen malı hem de zekat veren kimseyi temizlediğini, Tevbe Suresi’nin 103. Ayet-i kerimesi’nden öğreniyoruz. Bu Ayet-i kerime’de mealen şöyle buyuruluyor: “Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlersin ve tezkiye edip yüceltirsin.” Fıkıh alimlerinin çoğunluğuna göre ayette geçen “sadaka” kelimesi ile murad farz olan zekattır. Zaten zekatın umumi olarak diğer adı da sadaka’dır. Muhterem Müslümanlar, Zekatın verileceği zaman ve verilecek kimseleri doğru seçmek te önemli hususlardandır. Zekat, Senenin tamamında verilebilir, fakat Ramazan-ı Şerifin faziletini beyan eden bir Hadis-i Şerifte Ramazan içinde nafile ibadetlere farz sevabı, farz ibadetlere ise 70 farz sevabı verileceği ifade buyrulmaktadır. Bu itibarla zekatı Ramazan ayında vermek şüphesiz daha sevaptır. Zekatın verileceği yerler ise Kur’an-ı Kerimde 8 sınıf olarak belirtilmektedir. Bunlardan bir sınıf “Allah yolunda olanlar” dır ki, dini ilimleri tahsil eden talebelerin de bu sınıfa girdiği islam uleması tarafından hususi ile beyan edilmiştir. Hem maddi hem de manevi yatırımlarda en kârlı olanı seçmek, şüphesiz aklın gereğidir.

7 Haziran 2016 Salı

RESÛLULLÂH EFENDİMİZ’İN (S.A.V.) İRTİHÂLİ

RESÛLULLÂH EFENDİMİZ’İN (S.A.V.) İRTİHÂLİ İbn-i Mes’ûd (r.a.) anlatıyor: Resûlullâh’ın (s.a.v.) bu dünyâdan ayrılma zamanı yaklaştığında Âişe validemizin (r.anhâ) evinde toplandık. Peygamberimiz (s.a.v.) bize baktı, gözleri yaşardı ve buyurdu ki: “Merhaba, Allâhü Teâlâ size ömür versin, bir araya toplasın, yardım etsin, yükseltsin, muvaffak kılsın, kabul etsin, hidâyet versin, selâmetler versin. Size takvâyı ve Allâhü Teâlâ’ya itâati vasiyet ediyorum. Sizleri de Allâh’a emânet ediyorum. -Sizden iş başına geçenler- onun kulları ve beldeleri husûsunda Allâhü Teâlâ’ya karşı kibirlenip azgınlık yapmasın… Biz: “Yâ Rasûlallah! Ecelin ne zaman?” diye sorduk; “Allâhü Teâlâ’ya, Sidretü’l-müntehâ’ya, Cennetü’l-me’vâ’ya, Arş-ı A‘lâ’ya dönüş yaklaşmış bulunmaktadır.” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Seni kim yıkasın?’ diye sorduk; “Ehl-i beytimden en yakın olanlar.” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Ne ile sarıp kefenleyelim?” dedik; “İsterseniz, şu elbisemin içine yahut Mudar beyazına veya Yemen kumaşına sarınız.” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Senin üzerine cenaze namazını kim kılsın?” diye sorduk. Ağladı ve biz de ağladık. “Allah size rahmet etsin! Sizi peygamberinizden dolayı hayırla mükâfatlandırsın. Siz, beni yıkadığınız ve kefenlediğiniz zaman kabrimin kenarına koyunuz. Sonra, bir müddet benim yanımdan çıkınız. Çünkü ilk önce dostum Cebrail ve sonra Mikâil, sonra İsrâfil, sonra da yanında melek ordularıyla birlikte ölüm meleği (Azrâil) üzerime namaz kılacaktır. Bundan sonra, takım takım giriniz, üzerime namaz kılınız, salât ve selam getiriniz. Fakat bağırıp çağırarak beni rahatsız etmeyiniz. Üzerime namaz kılmaya önce Ehl-i beytim başlasın. Sonra sizler kılarsınız. Ashâbımdan burada bulunmayanlara selam söyleyiniz! Kıyâmet gününe kadar dînime, bana tâbi olacak olan kimselere de benden selam söyleyiniz.” “Yâ Resûlallah! Seni kabrine kimler koyacak?’ diye sorduk. “Ehl-i beytimle birlikte birçok melekler ki, onlar sizi görürler, fakat siz onları göremezsiniz’ buyurdu.” (er-Rikkatü ve’l-bükâ, İbn-i Kudâme) قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ لِلصَّائِمِ عِنْدَ فِطْرِهِ لَدَعْوَةً مَا تُرَدُّ. (هـ) Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Muhakkak oruçlu için, iftar anında reddolunmayacak duâ vardır.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i İbn-i Mâce)

5 Haziran 2016 Pazar

TERÂVÎH NAMAZI NASIL KILINIR?

TERÂVÎH NAMAZI NASIL KILINIR? Terâvîh namazı, Ramazan ayına mahsûs, yirmi rek’atten ibâret bir sünnet-i müekkededir. Bu namaza Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile dört halîfesi (rıdvânullâhi aleyhim) devâm etmişlerdir. Terâvîhin cemâatle kılınması da, sünnet-i kifâyedir. Mescidlerde terâvîh namazı cemâatle kılındığı hâlde, bir özrü olmaksızın cemâati terk edip terâvîhi evinde kılan kimse, fazîleti terk etmiş olur. Bu kimse evinde cemâatle kılsa, cemâat sevâbını alsa da, mesciddeki cemâatin fazîletine eremez. Terâvîh namazını, her iki rek’atte bir selâm vererek on selâm ile bitirmek daha fazîletlidir. Dört rek’atte bir selâm verilerek de edâ edilebilir. Terâvîh namazı, iki rek’atte bir selâm verilince, akşam namazının iki rek’at sünneti gibi kılınır. Dört rek’atte bir selâm verilerek kılınacak olursa, yatsı namazının dört rek’at sünneti gibi kılınır. Cemâatle kılındığı takdirde, cemâat hem terâvîhe, hem de imâma uymaya niyet eder, imam da âşikâre kırâat eder (sesli okur). Terâvîh namazında sesi güzel ve hızlı okuyan değil, düzgün okuyan imâm tercih edilmelidir. Bir kimse, imâmın yatsı namazını kıldırıp terâvîhe başladığı sırada mescide gelse, önce yatsı namazını kılar, sonra terâvîh için imâma uyar. Cemaatle terâvihi kıldıktan sonra noksan rek’atleri tamamlar. Sonra da vitir namazını kendi başına kılar. Evlâ olan budur. Bununla beraber vitir namazını imam ile beraber kıldıktan sonra terâvihi tamamlaması da câizdir. Terâvih namazını imam ile kılmayan kimse, vitir namazını imâm ile kılabilir. İmâm ve cemâat, yatsı namazını cemâatle kılmamış olursa, yalnız terâvîh namazını cemâatle kılamazlar. Çünkü terâvihin cemâatı, farzın cemâatına tâbidir. Terâvîh -orucun değil- vaktin (Ramazan ayının) sünnetidir. Mâzeretinden dolayı oruç tutamayanlar da terâvîhi kılmalıdırlar.

4 Haziran 2016 Cumartesi

Siir: Evlatlarim canım Evlatlarim..

Evlatlarim canım Evlatlarim.. Artık öldü diye Gözlerimi Kapadınız ya işte ozaman ben bir noktaya bakıyor ve bedenimden alınan ruhumu takip ediyordum.Bir kısmınız bağrıştı Yüksek sesle ağladı Ozaman çok üzüldüm.Orada bulunanlardan bazıları benim için rahmet dilediler hayır dua ettiler onlar beni nekadar sevindirdi bi bilsen çünkü onların duasına meleklerde amin! diyordu. Bu arada gözlerimi kapattınız o sırada ben bedenimden alınan ruhuma bakıyordum Sonra çenemi bağladınız.Elbisemi çıkarmakta da zamının da davranmanız iyi oldu.ayak parmaklarımı birbirine bağlamakla da isabet ettiniz. Yalnız ölümümü dostlarıma duyurmakta biraz ihmalkar mı davrandınız? Cenaze namazımı kılan cemaatin daha kalabalık olmasını isterdim.çünkü onların çokluğu benim için şeffatti.cenazeme gelipte namazımı kılmadan gidenler..kılsalardı hem beni sevindirmiş olurlar hem kendileri karlı çıkarlardı. Evlatlarim ve esim Geçenlerde beni ziyarete gelmiştin selam verdin bana.bende sana selam verdim senin ziyaretime gelmeni hep hasretle bekliyorum.ve evlerinizden dua bekliyorum olurmu? Bide benim için mağfiret dilersen çok sevinirim.buna ihticanım var.kızma bana burada ben çok rahatsızım.ruhum hep ızdırap içinde ne semadayım ne arzda ikisi arasında kaldım.keşke dünyada daha cok iyi işler yapsaydım.o zaman daha iyi olacakdi. Sanki cennetteymiş gibi bir kabir hayatı sürücektim.yinede durumuma şükrediyorum en azından geçte olsa beni kurtaracak imanım var.zira kafirlerin inkarcıların durumu çok daha kötü. Onların ruhu yedi kat yerin dibindeki siccinde siyah kuşların ağzında yada kursaklarında azab olunmakta..burada birbiri ile görüşmek mümkün ancak bunu iyi amel sahipleri yapabiliyor.sizin dünyanızdaki olmuş yada olacak şeyleri tartışıyorlar.ama herkes dilediği ile görüşemiyor ancak amelde birbirinin dengi ve derecesinde olanlar görüşebiliyor. Ne olurdu buraya iyi amelerle gelseydim o zaman babamıda anami da görürdürm.onlari ne kadar çok görmek istiyorum fakat onlarin güzel amelleri kendisini kurtarmış ki benim benim gibi. Canım evlatlarim ve esim Üzerimi toprakla örtüp döndükten sonra ruhum bedenime girdi .ozaman beni kabre koyanların ayak seslerini duydum hemen sonra iki melek geldi.birinin adı nünker diğerinin adı nekir miş.öyle heybetlilerdi ki korkumdan ne yapacağımı ne söyliyeceğimi şaşırdım.çünkü herşey ortadaydı. kıyametin kopmasını hiç istemiyordum.ama ameli iyi olanlar varya onlar çok sevinçli nünker ve nekirden hiç korkmuyorlar biran önce kıyamet kopsada cennete ulaşsak diye bekliyorlar. Dedim ya evlatlarim ve esim korkmuştum birde bana Rabbin kim? Nebin kim? Dinin ne? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? Amelin nedir? İmanın nedir? Gibi sorular sordular Ben iyice şaşırdım cevap veremedim.ne yapacagimi bilemedim sizler suan da hazirliginizi yapin burasi icin esim ve cocuklarim. Halbuki soruların cevabı çok basitti iyi amel sahipleri rabbim Allah dinim İslam peygamberim hz Muhammed s.a.v dediler Çünkü Allahın kanunu böyle herkes işlediğinin karşılığını görür.sevgili evlatlarim ve esim az önce belirttim ya şimdi ben rahatim dunyada yaptigim sevaplar ve suanda sizinde ulasdiginiz tuttugunuz oruclar verdiginiz sadakalar sayesinde yakınlarımla görüşebiliyorum sizlerden haber alabiliyorum. Kabirde veya mahşerde temizlenemeyenler cennete giremiyorlar buranın kanunu bu.temiz olmayanlar yani günahlarından arınmadan kimse cennete giremez.orası temizlerin yeri.” sizde elinizde firsat varken degerlendirin, orucu nuzu tutun sadakanizi verin yekatinizi verin namazlarinizi kilin ki burda onlar geciyor. Canim esim cok sevdigim cocuklarim ve beni seven tüm dostlarim slm olsun.

Siir: Eğer bir gün Hz.Peygamber ziyaretimize gelse

Eğer bir gün Hz.Peygamber ziyaretimize gelse!!! Yaşantımızda ne gibi değişiklikler olurdu? Gerçekten bunu o kadar çok düşündüm ki. Hz.Peyagamber efendimiz birkaç günlüğünü bize misafir olsa,yaşantımızda ne gibi değişiklikler olurdu. Evimizin her odasını,işyerimizi,arkadaşlarımızı,nerede yatıp,nelerle uğraştığımızı ona gurur ile gösterebilirmiydik. Günde ortalama 4 saat televizyon izlediğimiz gibi onuda televizyon karşısına,maç izlemeye davet edebilirmiydik. O'na layık bir ümmet olduğumuzu kendisine gurur ile söyleyebilirmiydik. Eğer bir gün, Peygamberimiz ziyaretimize gelse, Yalnızca bir kaç günlüğüne, Hem de aniden gelmiş olsa; Merak ediyorum ne yapacağımızı? Biliyorum en güzel odamızı kendisine tahsis edeceğimizi. Böylesi şerefli bir misafire yiyeceklerin en iyisini, İçeceklerin en iyisini sunacağımızı. Onu evimizde görmekten mutlu olacağımıza, Ona hizmet etmemizden alacağımız hazzı, Başka hiçbir şeyden alamayacağımıza da inanıyorum. Tüm bunlara rağmen merak ediyor ve düşünüyorum: Onun evimize doğru geldiğini gördüğümüzde, Kapıda mı karşılayacağız? O güzel misafiri içeri almadan "Buyur Ya Resulullah!" demeden, Kollarımız bu mübarek konuğumuza uzanmış olarak "Hoş geldiniz!" deyip içeri almadan önce neler yapacağımızı merak ediyorum. Masamızın üzerindeki bazı gazete ve dergileri saklayıp, Onun yerine Kur'an mı koyacağız? Hala açık saçık programları izlediğimiz televizyonun üzerini örtüyle mi kapatacak Veya alelacele yerinde kaldırıp bodrum kattaki izbeye mi saklayacağız? Yahut da koşacak mıyız kapatmaya, O kızmadan önce? Veya o nurlu misafirin işitmediğini umarak kapatacak mıyız radyomuzu, Yüz kızartıcı bantları izlediğimiz videomuzu? Evin rafında üst üste dizdiğimiz müzik bantlarını unuttuk galiba. Hemencecik onları kaldırıp, onun yerine Hadis kitapları mı yerleştireceğiz. Merak ediyorum . Evimize girmek üzere bulunan bu şerefli Misafirin hemen girmesine müsaade edecek miyiz ? Ya da sağa sola mi koşturacağız? Yahut da "Biraz bekler misiniz?" diyerek Onu kapımızın önünde mi bekleteceğiz ? Merak ediyorum... Eğer Peygamberimiz bir kaç gününü geçirmiş olsa, Alışagelen yaptıklarımıza devam mıi edeceğiz? Her sabah gün doğusuna veya kaba kuşluğa kadar uyabilecek miyiz? Ailemizle kavgalı-gürültülü savaş ortamını sürdürebilecek miyiz? Yoksa bir kaç saat sonra sıkılmaya, daralmaya mi başlayacağız? Merak ediyorum... Hiç yüzümüzü asmadan tüm aile fertlerimizle beraber her vaktin namazını kılabilecek miyiz? Sabahın erkeninde yatağımızdan fırlayıp sabah namazı hazırlığını yapabilecek, Nişanlanma çağına gelen kız ve erkek çocuklarımızı yataklarından kaldırabilecek miyiz? Veya, Şerefli Misafirin abdest suyunu dökerken, Öbür odada 15 yasına gelmiş ancak secde yüzü görmemiş oğlumuzu nereye saklayacağız? Yoksa bir kaç günlüğüne otele veya akrabalarımızın evine mi göndereceğiz? Merak ediyorum... Alıştığımız hayat seyrimizin, kontrolden çıktığındaki acı halimizi. Bayimiz gazeteyi kapıdan uzattığında ne yapacağımızı. Müslüman bir sahabe kadının kıyafetine dokunan Yahudilere karşı Savaş başlatan Misafir Peygamberin yanında O müstehcen gazeteyi okuyabilecek miyiz? Acaba diyorum... Peygamberimizi yanımıza alarak gitmeyi planladığımız yerlere götürebilecek miyiz? 17 yaşındaki kızımızın yanına gelerek "Siz ne alırdınız. " diyecek olan şık bir garsonun sözüne karşı tavrımızı. Acaba diyorum. Gittiğimiz yerde üç-dört saat boyunca yemek masasında Peygamberimiz de bulunabilecek mi? Yoksa Onu evimize istirahata mi alacağız? Düşünüyorum. Hem de gözlerimle görmüş gibi düşünüyorum. Bir kaç günlüğüne evimize misafir olarak gelmiş olan Peygamberimizle 24 saatimizi nasıl geçirdiğimizi göstermemizi. "Bonjour" diyerek evimize giren oğlumuzu, yarım etekle arabadan inen genç kızımızı. "Bunda benim suçum yoktur "Ya Resulallah!" deyip, Ölüp ölüp dirilen ana ve babaları.... Düşünüyorum Peygamberimiz evimize otururken, Evimize gelecek aile misafirlerimizi. Peygamberimizden habersiz olan misafirlerimizin girişlerini, konuşmalarını, görüntülerini. Evet evimize sadece bir kaç günlüğüne misafir olarak gelecek olan, Peygamberimize karsı sergileyeceğimiz tavırlarımızı merak ediyorum. Bu Peygamberin nasıl karşılanıp, nasıl uğurlanacağını merak ediyorum. Peygamberimiz eğer bizimle bir kaç gününü geçirecek olsa, Alışagelen yaptığımız islere devam mı edeceğiz? Yahut da ziyaret bittiğinde ve evimizden ayrıldığında rahat bir nefes mi alacağız? Evet sevgili Peygamberimiz bizimle biraz vakit geçirmek için gelse; Hayatımız altüst mü olacak? Yoksa, evet yoksa..

3 Haziran 2016 Cuma

istanbul müftülügü hutbeler. GELİN GÖNÜLLER YAPALIM (03.06.2016)

03.06.2016 Tarihli Hutbe İLİ : GENEL TARİH : 03.06.2016 GELİN GÖNÜLLER YAPALIM Cumamız Mübarek Olsun Aziz Kardeşlerim! Peygamber Efendimiz (s.a.s), bir gün tavaf esnasında Kâbe’ye yönelerek şöyle buyurdu: “Ey Kâbe! Sen ne güzelsin. Senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve kutsallığına hayranım. Fakat Allah’a yemin ederim ki, müminin saygınlığı Allah katında senin saygınlığından daha fazladır…” Aziz Müminler! Rahmet, bereket ve mağfiret iklimi Ramazan ayının gölgesi bir kez daha üzerimize düştü. Şu günlerde hep birlikte bunun huzur ve mutluluğunu yaşamaktayız. Pazar günü kılacağımız ilk teravih namazının ardından Pazartesi günü tutacağımız ilk oruç ile bu mübarek aya girmiş olacağız. Bizleri Ramazana, Ramazanı bizlere kavuşturan Rabbimize sonsuz hamdü senalar olsun. Kardeşlerim! Diyanet İşleri Başkanlığımız, her Ramazan ayında bireysel ve toplumsal hayatımıza ışık tutan önemli bir değerimizi gündeme taşımaktadır. Böylece konuya dair bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktadır. Başkanlığımız, bu yıl Ramazan ayında, “Gelin gönüller yapalım, Bu Ramazan ve Her zaman” çağrısında bulunacaktır. Bu çağrıyla, gönüller arasında köprüler kurulmasına, kırık kalplerin, yaralı gönüllerin, bitap düşmüş yüreklerin onarılmasına vesile olunması amaçlanmaktadır. Kardeşlerim! İnsan, İslam nazarında sevgi ve hürmete layık mükerrem bir varlıktır. Bu hürmet ve saygıda şüphesiz ki kalbin, gönlün önemli bir yeri vardır. Peygamberimiz (s.a.s)’in “Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve yapmış olduğunuz amellerinize bakar.” hadisi bu hususu vurgulamaktadır. Buradan hareketle inancımızda gönül, nazargâh-ı ilahî kabul edilmiştir. İmanımızın, ihlasımızın, niyetimizin, sevgimizin, hâsılı insanı güzelleştiren hasletlerin karargâhıdır kalp. Rabbimiz, kalb-i selime bakar. Bu itibarla, gönül yapmak, inancımızın ve insanlığımızın bir gereğidir. Gönül incitmek ise inancımızda hiçbir şekilde tasvip edilmeyen ve mümine yakışmayan yanlış bir davranıştır. Kıymetli Kardeşlerim! Gönül yapmanın, gönüller fethetmenin sayısız yolları vardır. Gönüller, her şeyden önce sevgi, saygı ve muhabbetle fethedilir. Sevgiyi kullarının kalbine yerleştiren Allah, bütün sevgilerin de kaynağıdır. Gönüllerimizi birleştirmesi ve inananları kardeş kılması, Rabbimizin büyük bir nimetidir. Efendimizin ifadesiyle, gerçek anlamda mümin olabilmenin yolu birbirimizi sevmekten geçer. Kardeşlerim! Gönüller, merhametle kazanılır. Merhamet, varlığın ilahi mayasıdır. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin rahmetinin yüreklerdeki yansımasıdır merhamet. Efendimizin anlatımıyla, “Müminler, birbirini sevmede, birbirine merhamet ve şefkatte, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da bu acıyı paylaşan bir beden gibidir.” Gönüller, paylaşmakla inşa edilir. Paylaşmak, evvela gönlümüzü muhabbet ve samimiyetle birbirimize açmaktır. Düşmanlığı, kini, nefret ve intikamı, kalbimizden söküp atmaktır. Paylaşmak, dünyanın neresinde olursa olsun muhtaçlara, kimsesizlere, insanlığın insafına terkedilmişlere yardım eli uzatmaktır. Paylaşmak, duyduğumuz her yardım çığlığına nereden geldiğine, kimliğine, etnik yapısına, mensubiyetine bakmaksızın karşılık verebilmektir. Değerli Kardeşlerim! Ramazan ayı, bir mekteptir. Bu mektebin talebeleri bütün müminlerdir. Bizlere sabrı, şükrü, nimetlerin kıymetini, paylaşmayı, varlık ve yokluğun anlamını idrak etmeyi öğretir Ramazan. Bu mektep, bizlere aynı zamanda gönlün değerini, kendimize ve insanlara saygıyla muameleyi öğretir. Bize düşen, bu kutlu mektebin cennet esintilerini hücrelerimize kadar hissedebilmektir. Orucumuzu, sahurumuzu, iftarımızı, infakımızı, teravihimizi, gönüller inşa etmeye vesile kılabilmektir. Gönüllerimizi, aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı Kitaba iman şuuru ile kardeş kılabilmektir. Kardeşlerim! Ramazan mektebinde bize düşen, varlık sebebimiz olan, bizleri türlü meşakkatle hayata hazırlayan anne-babalarımızın gönüllerini hoş tutmak, onların rızasını kazanmaktır. Ramazan mektebinde bize düşen, ülkemize hicret etmek zorunda kalmış mülteci kardeşlerimize kucak açmaktır. Evinden, yurdundan çıkıp gelen Mekkeli Muhacirlerle evini, aşını, ekmeğini paylaşan Ensar’ın kardeşlik ahlakını kuşanmaktır. Bize düşen, açın halinden anlamak, yetimin başını okşamak, ağlayanın gözyaşını silmektir. Kardeşlerim Öyleyse Geliniz! Hep birlikte büyüklerimizin, yetimlerimizin, mültecilerin, engelli kardeşlerimizin, kimsesizlerin tebessümü ile Ramazan mektebini dolu dolu yaşayalım. Onlara gönüllerimizi açıp ellerimizi uzatalım. Birbirimizin hatalarını örtelim, kusurlarını affedelim. Hiçbir kalbi kırmayalım. Üzüp kırdıklarımızı vakit geçirmeden onarmaya bakalım. Gelin, Rabbinden mahrum kalmış gönülleri Rabbimizle buluşturalım. Rabbimizin rızasının gönül yapmaktan geçtiğini unutmayalım. Bu duygu ve düşüncelerle Ramazanın milletimize, ülkemize, âlem-i İslam’a huzur, barış, merhamet getirmesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum. Hutbemi, gönlün önemini ve gönül incitmemeyi veciz bir şekilde ifade eden şu dizelerle bitirmek istiyorum. “Hazer kıl! Kırma kalbin, kimsenin cânını incitme! Esîr-i gurbet-i nâlân olan insanı incitme! Tarîk-i ışkda bîçâre-i hicrânı incitme! Sabır kıl her belâya, Hâneyi Rahman’ı incitme! Felekde hâsılı insan isen bir cânı incitme! Günahkâr olma, Fahr-i Âlem-i Zî-Şânı incitme!” İbn Mâce, Fiten, 2. İsrâ, 17/70. Müslim, Birr, 34. Âl-i İmran, 3/103. Müslim, İman, 93. Müslim, Birr, 66. Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü

RAMAZÂN-I ŞERÎF’TE TAVSİYE EDİLEN BAZI İBADETLER

RAMAZÂN-I ŞERÎF’TE TAVSİYE EDİLEN BAZI İBADETLER Mübârek Ramazân-ı Şerîf ayı, 11 ayın sultânıdır. Ümmet-i Muhammed’in ayıdır. Gündüzleri oruçla, geceleri terâvih namazlarıyla ihyâ edilir. Ramazân-ı Şerîf Kur’ân ayıdır. Bu itibarla, Kur’ân okumasını bilen herkes, bu ayda Kur’ân-ı Kerîm’i hatim etmelidir. Kur’ân okumasını bilmeyenler bu ayı fırsat bilip öğrenmeye gayret etmelidirler. Ramazan ayının evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden âzâda vesiledir. Ramazân-ı Şerîfte yapılması tavsiye edilen bazı ibâdetler: • Birinci on gün içinde, mümkünse, tesbih namazı kılınır ve hatm-i enbiyâ yapılır. • İkinci on gün içinde, mümkünse, yine tesbih namazı kılınır ve hatm-i enbiyâ yapılır. • Üçüncü on gün içinde ise tevbe-istiğfar, hatm-i enbiyâ ve 7 salât ve selâmdan sonra mümkünse hatm-i istiğfar yapılıp, yâni 1001 defa, “Estağfirullâhe’l-Azîm ve etûbü ileyk” denildikten sonra da 7 veya 70 salât ve selâm okunur, duâ edilir. • İftara yakın “Allâhümme yâ vâsia’l-mağfiratiğfirlî” • İftarda da “Allâhümme leke sumtü ve bike âmentü ve aleyke tevekkeltü ve alâ rızkıke eftartü ve savme ğadin neveytü” duâları okunur. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat) ATALAR SÖZÜ: Herkesle yoldaş olma, bilmediğinle yola çıkma. Mazlumun âhı yerde kalmaz. Zâlimin ömrü az olur.

2 Haziran 2016 Perşembe

THE TOPIC OF SALAT AND IMSAK TIMES

THE TOPIC OF SALAT AND IMSAK TIMES Dear readers; the times of Salat stated in this calendar is based on the Ijtihad of the Hanafi School of thought. When working out the times of Salat, astronomical, climatological, and geological factors like latitude, longitude, time zone, altitude, and the dimension of the earth is considered. In order to accurately detect the time of a Salat in a location, not only the geometry but also Fiqh measurements are factored in. Consequently, the scholars have set certain measurements. These measurements are called Tamkin. Tamkin is not regarded as a precaution but it is more so regarded as a mandatory amendment. Therefore following a Salat time with disregard to Tamkin is unfavourable. The Tamkin times set by the Fazilet calendar have been in line with the Islamic world for centuries, and the Islamic Institution of Turkey – Diyanet – have also regarded these times until 1982. For this reason, we strongly recommend Muslims to perform in line with the times stated in the Fazilet calendar, along with paying attention to praying in time and not delaying till the last minute, to also follow the times on the calendar while fasting, and finally to pray Salat al Fajr 20 minutes into the stated Imsak time of that day. For detailed information, refer to the explanations post 31 December. The Salat to be performed in the 27th night of Sha’ban: It is advised to pray 2 Rak’ah Shukr Salat between Maghrib and Ish’a on the 27th night of Sha’ban. The Niyyah is as followed: ‘O Rab, You have reached me to the last days of the month of Rasulullah. Bless this holy month as a Shafaat and witness upon me’. After the Salat, the following is to be recited: 70 times Istigfar Shareef: ‘Astaghfirullah al azeem ve etuubu ilayk.’ And 100 times the following Salawat: “Allahumma salli ala ruh-i Muhammadin fil-arwah wa salli ala jasad-i Muhammadin fil-ajsad wa salli ala gabr-i Muhammadin fi l-kubur.” Hadis:Rasulullah (s.a.w) said: “A person who feeds a hungry believer, will be fed by Allah (in Qiyamah) from the fruits of heaven.” (Hadith Shareef, Sunan Tirmidhi)