islami konular, soru cevaplar, güncel hutbeler,almanca hutbe, türkce hutbe, mübarek gün ve geceler hakkinda.
30 Ağustos 2016 Salı
KİŞİ HANGİ KURBAN’I YİYEMEZ
KİŞİ HANGİ KURBAN’I YİYEMEZ
• Kişinin nezrettiği, adadığı kurbanını kendisi, usûlü (anası-babası, dedesi), fürû’u (çocukları, torunları) ve akrabalarından nafakası üzerine lazım olanların yemesi câiz olmadığı gibi zimmîlere (Müslüman olmayanlara) ve zenginlere yedirmek de câiz olmaz. Yerlerse bedelini fakirlere ödemek lazım gelir.
• Kişinin hayatta iken ettiği vasiyeti üzerine, öldükten sonra malının üçte birinden kesilen kurbanı vârisleri yiyemezler, zenginlere de yediremezler. Ancak fakirlere verirler. Vârislerin kendiliklerinden kesiverdikleri kurban yenir ve yedirilir.
Zîra bir kimse kurban kesse ve sevâbını ölüye bağışlasa, kendi kurbanı gibi yer ve başkasına yedirir.
Bir kimse üzerine vâcib olan kurbanını kesmeye niyet etse ve sevabını ölüye bağışlasa, bu kurbanı kesmekle kurban borcunu ödemiş olur, sevâbı da ölüye ulaşır.
• Sabînin (bülûğ çağına gelmemiş çocuğun) malından kesilen kurbandan sabî yer. Kalan et, sabî için (elbise gibi) kendisiyle faydalanılan bir şey ile değiştirilebilir.
ETİ YENEN VE YENMEYEN KURBANLAR
• Kesmeden evvel hayvanın sağ ve diri olduğu bilinirse -kestikten sonra kanı çıkmasa ve vücudu kımıldamasa bile- kesilmekle helâl olur.
• Kesilmeden evvel diriliği bilinmediği takdirde kesilince kan çıkar veya hareket ederse yenir. Kanı çıkmaz ve hareket de görünmez ise yenmez.
• Bâzı âlimlere göre keserken kurbanın ağzını ve gözünü yumması, tüyünü kaldırması ve bacağını çekmesi kesmeden evvel diri olduğunun alâmetidir. Keserken kurbanın ağzının ve gözünün açık kalması, tüylerini kaldıramaması ve bacağını oynatamaması da kesmeden evvel ölü olduğunun alâmetidir.
• Bir hayvanın, boğazını kesmek suretiyle öldüğü bilinmedikçe eti yenmez.
قَالَ اللهُ تَعَالَى: إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللهِ... الآية. (سورة البقرة، 173)
Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu (meâlen): “O (Allah), sizlere ancak ölü (lâşe) olanları, (akar) kanı, domuz etini ve Allâh’tan başkası adına boğazlananı haram kılmıştır…” (Bakara Sûresi, âyet 173)
29 Ağustos 2016 Pazartesi
Ali Şeriati Kimdir ?
Ali Şeriati Kimdir ?
Ali Şeriati Aslen şiî olup şiîlerin bile tasvip etmediği Ali Şeriatî diye biri var. Birileri, Peygamberimiz örnek olarak yetmezmiş gibi onu örnek bir şahsiyet gibi göstererek, müslüman gençlerin zihinlerini onun bozuk fikirleriyle doldurmak peşinde. Bu gayretkeşlerden biri de Mustafa İslamoğlu…
Allayıp pullayarak gençlere sundukları Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e bile hakaret ettiğini geçen sayımızda anlattık. Bu yazımızda, onu kendi sözleriyle daha yakından tanıtacağız. Tanınmalı ve hangi derekelerde olduğu bilinmeli ki, onu yüceltenler de tanınmış ve bilinmiş olsun.
Şeriatî’nin MUHAMMED KİMDİR isimli kitabına bakıyoruz. Görelim bakalım, Mustafa İslamoğlu’nun öve öve bitiremediği bu mahlûk, İslâm büyükleri hakkında neler yazmış. Başlıyoruz. Bismillah:
1- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in diliyle övülen ve ashabın en büyüğü olan Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (Radıyallahü anhüm) hakkındaki iftiraları şöyle:
“Ebûbekir… ihtiyar, yumuşak, her işi basite alan birisidir. Tehlike dolu toplumsal, siyasal mesuliyet, böyle bir ruhsal yapıyla bağdaşmaktan daha ciddi ve önemlidir.”
“Ömer… yenilikçilik özelliği yoktu… düşünce açısından zayıftı… itikadî ve fikrî bir mevzu sözkonusu olduğunda çok güçsüz görülüyordu. Kendisi de devamlı düşünsel alandaki hatalarını itiraf ediyordu.” (s: 317)
“Osman… görüş açısı dünya görüşü dar ve zayıf birisidir. Peygamberle yaptığı işbirliği sırasında kimse onun en ufak bir üstün ve fevkalâde iş yaptığını görmemiştir. İslâm’ın öz ruhunu, derinliğini, sınıfsal yönelimini hissedememiştir. İslâm’ı, “şiarlar” ve İslâm rehberini “şiarları yücelten”den başka bir şey olarak niteleyemiyordu. Servet ve süse, kavmine ve kendine düşkünlüğü, büyüklere ve altına, güç ve kan sahiplerine saygıda bulunma, onun ruhunda o kadar güçlüdür ki, onun ahlâkî bağı, İslâm’dan daha çok cahiliyeye yakın ve iç içedir. En büyük tehlike, tehlikeli ve güçlü Beni Ümeyye hanedanına mensup oluşudur. Kuşkusuz O’nun böyle bir ruhsal yapı ve görüş açısıyla, bu uyanık, layık İslâm maskesi takmış güçlü düşmanların elinde bir “sadık uygulayıcı”dan başka bir konumu olmayacaktır.” (s: 318)
2- Bir gurup ashabı Hazreti Ali (Radıyallahü anh) aleyhinde olmakla suçlayıp sonra Hazreti Ebûbekir (Radıyallahü anh) Efendimiz’e şöyle dil uzatıyor:
“…bu grupla Ebu Bekir’in cahiliyedeki özel ilişkisi tamamen belirgindir.”
“… Ebu Bekir bu gizli grubun seçkin şahsiyetidir.”
Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) güya arap köleleri serbest bırakmak için şöyle bir tavsiyede bulunmuş:
“Allah bize bir çok acem köle bağışladığı için, arabı köle olarak kullanmak gerekmez.”
Bu iftiradan sonra lafı dolandırarak, Hazreti Ebûbekir Efendimiz’i câhiliyenin eksik terbiyesiyle suçluyor:
“…bunlar gibi düşünce ve duygusundaki birçok zaaf noktaları, İslâm’dan öğrendiği üstün faziletlere karşılık, geçmişteki terbiye etkilerini hatırlatıyor.” (s: 321)
3- Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’a karşı gizli bir grup oluşturulduğunu anlattıktan sonra, bu hareket içinde olanları –ki bunlar başta Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) olmak üzere Aşere-i Mübeşşere’den olan zatlar oluyor- bu grubun tavrını şöyle ifade ediyor:
“Ali’ye karşı beslenen kinler.”
4- Sıra geliyor Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e dil uzatmaya. Güya Peygamberimiz Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’ın üstünlüğünü açıklamayıp susmuş:
“Muhammed’in Ali hakkındaki sükutu, onu tarihte savunmasız bırakacaktır.”
Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i suçlamaya devam ediyor:
“Acaba Muhammed, ….Ali’yi kollamayacak mıdır? …sükutuyla …o acımasız tarihin eliyle paymal etmiyecek midir?”
“…nitekim öyle de oldu. Onu tarihte en kötü adam olarak tanıttılar.” (s: 322)
Bu da tarihe iftira. Tarihte Hz. Ali Efendimiz en kötü adam olarak mı tanıtıldı?
5- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) cennetlik olduğunu müjdelediği zat hakkında kullandığı ifadeye bakın:
“Abdürrahman bin Avf …mal severliği süse düşkünlük huylarını, câhiliyeden kendisiyle birlikte taşımaktadır. “Menfaat” ile “hakikat” onun gözünde ayrılmaz bileşik ve birbirinden ayırt edilmez bir olgudur.” (s: 323)
6- Meşhur Gadir Hum hadisesini anlatırken, tarihe iftira ediyor: “ashab Ali’ye biat etti” diyor. (s: 323)
Bu yalanı söylemekle farkında olmadan öyle bir açık veriyor ki, demeyin gitsin. Bi kere Gadir Hum hadisesi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) zamanında olmuştur. Peygamberimiz hayattayken Hz. Ali’ye biat edilmesi bahis mevzuu olur mu hiç?
7- Resulüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in hastalığı anında sefere çıkmak üzere olan Üsâme ordusundan bahsederken şöyle diyor:
“Ebûbekir ile Ömer sıradan asker idi. Bu mesele onların ağrına gidip, açıkça Üsame’nin komutanlığına itirazda bulundular.” (s: 324)
Bu söz bir acem yalanı olup gerçek tamamen tersidir. Üsâme Hazretleri genç ve tecrübesiz olduğu için başka bir kumandan tayininin daha uygun olacağını söyleyenlere Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh); “Ben, Resûlüllah’ın tayin ettiği kişiyi kumandanlıktan alamam” diye cevap vermiştir. Hatta Hz. Üsâme at üzerinde olduğu halde kendisi yaya olarak onu Hazreti Resûlüllah’in tayin ettiği kumandan olarak uğurlamış, Üsâme (Radıyallahü anh) bundan sıkılıp ata onun binmesini isteyince de; “Allah yolunda birazcık da bizim ayağımız tozlansa ne olur” diye cevap vermiştir.
8- Vefatından önce herkese hakkını vermek isteyen Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in şöyle söylediğini yazıyor:
“Ey halk, kimin sırtına kırbaç vurmuşsam… kime küfür etmişsem…” (s: 329)
Hâşâ, Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i başkalarına küfür eden biri olarak gösteriyor.
9- Hazreti Ömer’in, Ashâb-ı kiramın diğerleri gibi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in yolunda canını feda etmekten çekinmeyeceğini bütün müslümanlar bilir. Ama Ali Şeriatî, Peygamberimiz’in ömrünün son saatlerinde bir şeyler yazmak istemesi üzerine, Hz. Ömer’in Peygamberimiz hakkında şöyle söylediği iftirasını yapıyor: “Bu adam savsaklıyor.” (s: 333)
10- Bütün tarihlerin yazdıklarına göre, Peygamberimiz, başı Hz. Aişe validemiz’in göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etmiştir. Şeriatî ise tarihe yalan bir not düşerek bu son hali şöyle anlatıyor:
“Ali, Muhammed’in başını göğsü üzerine aldı.” (s: 336)
Görüldüğü gibi, kitap boyunca Hazret kelimesini kullanmamakta ısrar ediyor.
Değerli okuyucular! Ali Şeriatî’nin bir de Hac isimli kitabı var. Bir de ona göz atalım.
Kitap, Ejder Okumuş tarafından tercüme edilmiş. Elimizdeki 2. baskı Şûrâ Yayınları’na ait. Nisan 2001…
4. sahifede “Yayıncının Notu” olarak şu cümleler göze çarpıyor:
“Bu kitap, Şehid Ali Şeriatî’nin bizzat gözden geçirip ilâveler yaptığı ve “Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî’nin Eserlerini Derleme Bürosu”nun külliyat arasında yayımladığı Farsça son Hacc baskısının tam çevirisidir.”
Demek ki neymiş? Ali Şeriatî bu kitabı bizzat kendisi gözden geçirmiş. Aşağıda madde madde verilecek bilgileri lütfen bunu bilerek değerlendiriniz.
1- Daha başta zehirini kusuyor. Diyor ki: “Ve yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dâhilinde bulunan Şia’yı, dinler arasında İslâm’ı nasıl görüyorsak öyle görürüz.” (s: 8)
2- Şeriatî’nin, Hac hakkındaki şu ifadesine bilhassa dikkat: “Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!” (s: 9)
Bu söz üzerine biz de diyoruz ki, bu sözün sahibi en alçak en rezil insan…
3- Müslümanları şöyle suçluyor: “Kur’an’ı yok edememiş kapatmışlardır. “Kitab”ı “teberrük edici şey” haline getirmişlerdir.” (s:11)
Açıkça, müslümanları Kur’an’ı yok etmek için uğraşmakla suçluyor. Teberrük/bereketlenmek kötü bir şeymiş gibi, Kur’an’ı teberrük edilen şey haline getirmekle suçluyor.
4- Bakın hacda tavaf eden Müslümanlara nasıl hakaret ediyor:
“Yemenliler, saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş, bellerine ip bağlamışlar, her biri mezardan çıkmış tıpkı bir hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık gibi, dudaklarını köpük bürümüş…” (s: 71)
Bu sözler, bir Müslümanın din kardeşleri hakkında söyleyeceği sözler olamaz. Onların görüntüleri böyle olsa bile bu ifadeler kullanılamaz. Öbür taraftan hacda, kötülükler görülmez, gizlenir, iyilikler anlatılır.
5- İmanî bakımdan uygun olmayan öyle benzetmeleri var ki, aşağıda da göreceğiniz gibi, bu teşbihlerin her biri en hafifinden insanın imanını sarsar. Yazının fazla uzamaması için bunları kısa değerlendirmelerle verelim:
a) Hacer Vâlidemiz’den câriye diye bahsederek şöyle diyor: “Allah, Afrikalı siyah bir câriyenin evinde.” (s:49) Allah, -hâşâ- Hz. Hacer’in evindeymiş.
b) “Allah, dünyanın kalbi, varlığın mihveridir.” (s:50) Allah –hâşâ- dünyanın kalbiymiş.
c) “Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir saftalar.” (s:50) Allah –hâşâ- insanlarla aynı saftaymış.
d) “Allah’ın çevresinde tavaf yapıyorsun.” (s: 54) Kâbe’ye Allah diyor. Hâşâ! Tavaf Allah’ın çevresinde yapılıyormuş.
e) “Vay be! Bu tevhid …seni Allah’la diz dize oturtuyor. …Allah’ın benzeri olarak görüyor. “ (s:56) Allah’la diz dize oturmak, Allah’ın benzeri olmak… Bu benzetmelerin insanı ne hale getireceği ehlince malum.
f) “İlâhî özün, içinde, Allah’ın ruhu girdaptan doğup başını kaldırıyor. Nereden? Allah’ın elinin sağ elinin altından.” (s: 59)
Altı çizili yerlere dikkat.
g) “.. sa’y et. Fakat çember çizerek değil, çembersel çaba, değirmen eşeğinin sa’yi gibidir, kısır döngüdür, sonuçta başa dönersin. Böyle bir şey, “abes”, “anlamsız”, içi boş daire, içeriksiz, hedefsiz: Tıpkı sıfır gibi.” (s: 67)
Sa’y ile tavafı karıştırıyor. Sa’y istense de zaten çembersel yapılamaz. Değirmen eşeğinin sa’yi gibi diye bir benzetme yapanın kendisi eşekten aşağı olmaz mı!
Kâbe’nin etrafında yapılan tavafı da sıfır olarak görüyor.
h) “Ey insan! “Allah’ın ruhu”! (s:80) Burada insana, “Allah’ın ruhu!” diye hitap ediyor.
i) “Ey hacı, yolun sonunda Allah seni beklemekte…” (s: 91) Bu söz de sâfî küfrî bir benzetme…
j) Müzdelife’den Mina’ya hareket edecek hacıları, yıkılmaz bir duvara benzettikten sonra şöyle diyor:
“Bu çelik duvarı dünyada yıkabilecek hiçbir güç yoktur. İbrahim ve Muhammed dahi yıkamaz.” (s: 106)
Görüyor musunuz hâinliği!.. Böyle bir duvarı yıkmayı hedeflese hedeflese ancak kâfirler hedefler. İbrahim (Aleyhisselâm) ile Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i bu çelik duvarı yıkmak istiyor gibi gösteriyor. Bu çelik duvarı yıkma cürmünü Hz. İbrahim’e ve Peygamberimiz’e yüklemek ise, olsa olsa imansızlık alâmetidir.
k) “Ki sen, tek bir “varlık”sın: Kendi “mahiyet”ini kendin yaratmalısın.” (s: 112) Allah’a ait olan yaratmak kelimesini insana izafe ediyor.
l) “Savaş İbrahim’in içinde, Allah’la İsmail arasında savaş.” (s: 119) Eh, bu artık sapıklığın dik âlâsıdır.
m) “Hâtemül Enbiya dahi kendini korumasaydı sarsılabilir düşebilir, yaptıklarını heba edebilirdi. O bile şirkten masum değildir!” (s: 129)
Değerli okuyucular. Peygamberler hakkında bu ifade kullanılamaz. Çünkü peygamberler Allah tarafından korunmakta olup şirke düşmek şöyle dursun sıradan günah işlemekten bile uzaktırlar. Böyle sözler, ancak imansız ağızlardan çıkar.
6- Ali Şeriatî’nin cahilliklerine gelince:
a) Haccın başlangıcını zilhiccenin 9. günü olarak anlatıyor. (s: 79)
Halbuki hac, Zilhiccenin 8. günü başlar.
b) “Âdem doğduğu zaman” (s: 84) diyor
Hazreti Âdem doğmamış, topraktan yaratılmıştır…
c) “Hacta ilk hareket Arafat’tan başlar” (s: 86) diyor.
Yanlıştır. Hac Mina’dan başlar.
d) Şeytan taşlamak için toplanacak taşları şöyle tarif ediyor: “Cevizden daha küçük, fıstıktan daha büyük” (s: 101)
Yanlıştır. Doğrusu şöyle: Nohuttan büyük, fındıktan küçük.
Milyonlarca hacı cevizden küçük taşlar toplasa Mina’da taş dağı meydana gelir.
f) “Demek Allah için insan kurban etmek yasak oluyordu. Oysa geçmişte bu, yaygın bir dinî gelenek ve ibadetti.” (s: 135)
Dinî gelenek derken hak dini kastetmektedir. Oysa hak dinde insan kurban etmek gibi bir gelenek ve ibadet yoktur.
g) “Şimdi her şey sona erdi. Nerede? Mina’da!” (s: 146)
Yanlış. Hac Mina’da bitmez. Çünkü daha ziyaret tavafı yapılacaktır.
h) “Bugün Zilhiccenin onu. Kurban Bayramı, Hacc sona erdi.” (s: 146)
Yanlıştır. Taşlama devam etmektedir.
i) “Bu üç günde (bayramın üç günü) Mina bölgesinden dışarı çıkmak yasak! Ka’be’yi tavaf için bile geceleyin dışarı çıkmaya hakkın yok.” (s: 147)
Bu da ancak zır câhillerin düşeceği bir yanlış. Böyle bir yasak yok.
7- Şeriatî’nin Hac kitabında bazı mübârek isimler geçiyor.
Meselâ:
Harun kelimesi 1 defa,
Peygamber kelimesi (Peygamberimiz kastedilerek) 3 defa,
Musa kelimesi 4 defa,
Ali kelimesi 5 defa,
Hüseyin kelimesi 6,
Hacer kelimesi 9 defa,
Muhammed kelimesi 10 defa,
Âdem kelimesi 21 defa,
İsmail kelimesi 90 defa,
İbrahim kelimesi 131 defa geçmektedir.
Buna rağmen hiç birini “Hazret” kelimesiyle anmıyor. Hiç birinde “Hazret” kelimesi veya “Aleyhisselâm” da yok…
Ali Eren Hoca
Gazeteci – Yazar
26 Ağustos 2016 Cuma
Hutbe: HAYAT VEREN DİN: İSLÂM(26.08.2016)
26.08.2016 Hayat Veren Din İslam
İLİ : GENEL
TARİH : 26.08.2016
HAYAT VEREN DİN: İSLÂM
Aziz Müminler!
Hayber’in fethi esnasında Peygamberimiz (s.a.s), sancağı Hz. Ali’ye teslim etmişti. Bir ara Hz. Ali’nin ağzından, İslam’ı kabul edinceye dek Hayber halkıyla amansızca savaşacağına dair sözler dökülmüştü.
Bu sözleri işiten Efendimiz: “Ya Ali! Hayber halkını İslâm’a davet et ve yerine getirmeleri gereken ilâhî yükümlülükleri onlara haber ver! Allah’a yemin olsun ki Allah’ın senin vesilenle bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır.”[1] buyurdu.
Kardeşlerim!
Allah’ın isimlerinden biri de Hayy’dır. O, diridir, hayat sahibidir. O, hayat verendir, yaşatandır. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran O’dur. O, hayatı vazgeçilmez bir hak olarak insana bahşetmiştir. O, öldürmeyi değil yaşatmayı emretmiştir. Ancak Rabbimizin bu emrine rağmen insanlık tarihinde acımasızca, hunharca nice cinayetler işlenmiştir.
Kardeşlerim!
İnsanlığın cana kıyma serüveni, atamız Âdem (a.s)’ın oğlu Kabil ile başlamıştır. Kabil, ilk defa kardeş kanı dökmüştür, cana kıymıştır. O gün bugündür, insanlık nice işgallere, nice savaşlara, nice katliamlara, nice göç ve sürgünlere hüzünle şahit olmuştur. Nice Habiller, gözü dönmüş canilerce katledilmiştir. İnsanın en değerli varlığı olan hayat hakkı, tarihte pek çok kez ihlal edilmiştir.
Kardeşlerim!
Modern zamanlarda ise insanlık, yeni bir cinayet ve katliam türüyle tanışmıştır. İnsanın, canlı bomba olarak, intihar saldırısı düzenleyip kendisiyle birlikte yüzlerce masum insanı katletmek gibi bir vahşet türemiştir. Bundan daha vahim ve daha üzücü olanı ise, bu cinayetin yüce dinimiz İslam ile irtibatlandırılmasıdır. Böylesine vahşice bir cinayet, bizim dünyamıza, medeniyetimize ait olamaz. Böyle bir katliam, şehadet, cihat gibi kutsal değerlerle ilişkilendirilemez.
Kardeşlerim!
İslam, bırakın başkalarını katletmeyi, kendimize dahi zarar vermeyi onaylamaz. Dinimize göre insanın kendini öldürmesi, Yaratıcısına isyandır ve bir anlamda Yaratıcısından intikam almaya kalkışmasıdır. Zira Yüce Rabbimiz, Kerim Kitabımızda “Kendinizi öldürmeyin!”[2] buyurarak cana kıymayı kesin olarak yasaklamıştır. Bir tek masum canın öldürülmesi de bütün insanların öldürülmesi demektir.[3]
Hayat dini İslam, nasıl olur da insanlık, vicdan, ahlak ve savaş hukukuyla hiçbir ilgisi olmayan katliamlarla irtibatlandırılabilir? İnsanın bir ölüm makinasına dönüşerek masum insanları katletmesi, nasıl olur da İslam’ın rahmet yüklü mesajlarına dayandırılabilir? Unutulmamalıdır ki; bu cinayetlere din görüntüsü altında ima yoluyla dahi cevaz verenler de, tüm masumların katlinden sorumludur.
Kardeşlerim!
Yüce dinimiz İslam, öldüren değil, hayat veren bir dindir. Bu din, kitabını hayat veren kitap olarak takdim eder. Bu kitabın mesajları, öldürmenin değil, hayat vermenin esaslarını ortaya koyar. Bu dinin peygamberi, âlemlere rahmet bir peygamberdir. Bu din, insanın canını, malını, şeref ve haysiyetini saygın ve dokunulmaz kabul eder.[4] Hayat veren bir dini, insanı yücelten bir kitabı, rahmet ve şefkat vesilesi bir peygamberi, cinayet ve ölümlere, katliamlara dayanak yapmak ne büyük bir ihanettir.
Kardeşlerim!
Bilinmelidir ki; kendisiyle birlikte onlarca cana kıyan caniler, ne şehit olabilirler, ne de ölümsüzleşebilirler. Rabbimizin Kerim Kitabımızda haber verdiği şu ibretlik ve hazin son onları beklemektedir: “Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”[5]
Kardeşlerim!
Son olarak meşum terör ve intihar saldırılarıyla pek çok şehrimizde çoğu hayatının baharındaki yavrularımız olmak üzere nice masum kardeşimiz can verdi. İnsanlarımızın düğün günü, ölüm gününe dönüştü. Bu hain saldırılarda hayatını kaybeden bütün kardeşlerimize bir kez daha Yüce Rabbimizden rahmet, yakınlarına başsağlığı ve sabr-ı cemil diliyorum. Yaralı kardeşlerimize acil şifalar niyaz ediyorum.
[1] Buhârî, Cihâd, 143; Taberânî, III, 318.
[2] Nisâ, 4/29.
[3] Mâide, 5/32.
[4] Buhârî, Hac, 132.
[5] Nisâ, 4/93.
Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğühttp://webdosyasp.diyanet.gov.tr/UserFiles/ankara/UserFiles/Files/26.08.2016%20Hayat%20Veren%20Din%20%C4%B0slam%5Ffb6ab760%2Da0a0%2D40c3%2Db714%2Da2119fa837e6.pdf
ankara müftülügü hutbeler, ankara hutbe, diyanet hutbeleri, diyanet hutbe
25 Ağustos 2016 Perşembe
HACCIN HİKMETİ hakkinda
HACCIN HİKMETİ
Allâhü Teâlâ Hz. Âdem’e (a.s.): “Ey Âdem! Benim için yeryüzünde, gökteki Beyt’imin hizâsında bir Beyt yap ki melekler Arş’ımın etrafında tavâf ettikleri gibi, sen ve çocukların da onun etrafında tavaf ederek bana ibâdet ediniz.” buyurdu.
Âdem Aleyhisselâm Mekke’ye gidip Beytullâh’ı inşa etti. Sonra Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvardı: “Yâ Rabbi! Şüphesiz her çalışanın bir ücreti vardır, benim de bir ücretim vardır.” Allâhü Teâlâ da: “Evet, vardır. Dile benden ne dilersen.” buyurdu.
Hz. Âdem: “Yâ Rabbi! Beni tekrar cennete gönder.” dedi. Allâhü Teâlâ: “Bu, senin için (âhirette) gerçekleşecektir.” buyurdu. Hz. Âdem: “Yâ Rabbi! Ben hatalarımı itiraf ettiğim gibi, zürriyetimden günahlarını itiraf edip sana yalvararak bu Beyt’i (Ka’be’yi) tavaf edenleri de affetmeni istiyorum.” dedi. Cenâb-ı Allah: “Ey Âdem! Ben seni affettim. Senin zürriyetinden, bu Beyt’i ziyâret edip günahlarından tevbe edenleri de affettim.” buyurdu.
Nûh Tufanı’ndan İbrahim (a.s.) zamanına kadar Ka’be’nin yeri belirsiz kaldı. Allâhü Teâlâ, İbrahim (a.s.)’a, Ka’be’yi inşâ ve insanları hacca davet etmesini emir buyurdu.
İbrahim (a.s.) “Ya Rabbi! Buna sesim yetmez.” dedi. Hz. Allah: “Sen davet et, duyurmak bize âittir.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Makam-ı İbrahim’in üzerine çıkıp baktı ve bütün yeryüzünü, dağları, taşları, ovaları, kara ve denizleri, insan ve cinleri ile beraber hepsinin gözünün önünde toplandığını gördü. İki parmağını kulaklarına koyarak doğuya, batıya, kuzey ve güneye doğru dönerek şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Beytü’l-Atîk’i (Ka’be’yi) ziyâret etmek sizlere farz kılındı, Rabb’inizin dâvetine icâbet edin, gelin.”
İbrahim (a.s.) zamanından günümüze kadar haccetmeye muvaffak olanlar, İbrahim (a.s.)’ın dâvetine “Lebbeyk Lebbeyk!” diyenlerdir.
Bir kimse o vakit İbrahim Aleyhisselâm’ın davetine kaç kere “Lebbeyk” diyerek cevap vermişse o kadar haccetmek nasib olur. (Lebbeyk: ‘Emrine âmâdeyim’ demektir.)
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: لَمَّا نَادَى إِبْرَاهِيمُ بِالْحَجِّ لَبَّى الْخَلْقُ فَمَنْ لَبَّى تَلْبِيَةً وَاحِدَةً حَجَّ حَجَّةً وَاحِدَةً وَمَنْ لَبَّى مَرَّتَيْنِ حَجَّ حَجَّتَيْنِ وَمَنْ زَادَ فَبِحِسَابِ ذَلِكَ. (الدر المنثور)
“İbrahim (a.s.) insanları hacca davet etiği zaman halk (insanların ruhları) lebbeyk dedi. Bir defa lebbeyk diyenler bir defa haccederler. İki defa lebbeyk diyenler iki defa haccederler. Daha çok söyleyenler o kadar haccederler.” (Hadîs-i Şerîf, Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr)
Hutbe: Manevi Bunalım-İntihar 26/08/2016
Manevi Bunalım-İntihar
26/08/2016
Değerli Müminler!
Okumuş olduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”[1]
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.s) de hadis-i şeriflerinde intihar eden kişinin cehennemlik olacağı uyarısını yapmaktadır.[2]
Okuduğum ayet-i kerimede ifade edildiği üzere, dinimize göre bir insanı öldürmek ne kadar büyük bir günah ise, insanın kendi canına kıyması da o derece büyük bir günahtır. Çünkü insana ve diğer varlıklara hayat veren Allah’tır, onu almaya da tek yetkili O'dur. Zira hayat insana verilmiş bir emanettir.
Değerli Müminler!
Hiç arzu etmediğimiz ama son zamanlarda artış gösteren intihar vakalarının birçok nedeni vardır. Birincisi; inanç problemidir. Günümüzde inanç açısından yaşanılan çöküşler ve dinden uzak yaşantılar, insanların manevi bir boşluğa düşmesine sebep olmaktadır. Bu durumda kişi her zaman ve her durumda kendisini gözeten, koruyan ve kollayan Yüce Yaratıcı’nın varlığından habersiz olmaktadır.
İkincisi; aile değerlerinin yitirilmesi neticesinde insanların kendilerini yalnız hissetmeleridir. Bu durum ailenin sağladığı sevgi, güven ve yardımlaşma gibi birçok güzel hasletten insanların mahrum kalmasına sebep olmaktadır.
Üçüncüsü; uyuşturucu, alkol ve kumar gibi kötü alışkanlıkların yaygınlaşmasıdır ki, bunlar insanın hem bedenine hem de ruhuna zarar vermektedir.
Kıymetli Müminler!
Yapılan araştırmalara göre ailevî problemler, iş hayatında başarısızlık, ekonomik sorunlar, ağır hastalıklar, psikolojik problemler ve duygusal ilişkilerde yaşanılan bazı olumsuzluklar intihar teşebbüslerine sebep gösterilmektedir. Bu tür durumlara düşmekten korunmanın elbette bazı yolları vardır.
Birincisi; manevi destektir. İnsan, beden ve ruhtan müteşekkildir. Her ikisinin de dengeli beslenmeleri gerekir. Beden; hava, su ve besin gibi maddî gıdalara ihtiyaç duyarken, ruhumuz da manevî gıdalara muhtaçtır. İhtiyacımız olan manevî gıdalardan en gereklisi ise her durumda kendisine sığınılabilecek Yüce Allah’a inanmak, O’na dayanmak ve O’na güvenmektir.
İkincisi; kader inancına sahip olmaktır. İnanan insanlar için kader; fırtınaya tutulmuş geminin sığındığı bir liman gibidir. Mü’min bilir ki, gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar. “Bittim” diyen kula, “yettim” diyen Allah vardır. Karıncaların sesini duyan, elbette gönüllerin feryadını da duyar. Yeter ki insan Allah’ın her zaman yanında ve yardımında olduğunun farkında olsun.
Bu konuda fert ve toplum olarak üzerimize düşen bazı sorumluluklarımız da vardır. Bunların başında da intihara eğilimli kişinin sorunlarına çözüm bulma, empati kurma, kişiyi ve aileyi güçlü kılma, bu kişilerin toplumsal sorumlulukları yerine getirmelerinde destek olma ve toplumu intihar vakaları konusunda bilgilendirmek gelmektedir.
Unutmayalım ki; bir insanı kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibi sevap kazanır.
Bir kardeşimizi kurtarabilirsek ne mutlu, bir gönlü rahatlatabilirsek ne mutlu, bir derde derman olabilirsek ne mutlu bize…
Orhan Bal
Münih-Ingolstadt Din Görevlisi
[1]Nisa, 4/93
[2] Buhari, Tıbb 56, III, 32; Müslim, İman 175, I, 103-104; Tirmizi, Tıbb 7, IV, 386
2016-08-26
Hutbe: pirituelle Krise-Suizid (26/08/2016)
http://ditib.de/media/Image/hutbe/hutbe_26082016_de.pdfpirituelle Krise-Suizid (26/08/2016) Geehrte Gläubige! Im rezitierten Vers sagt Allah: “Und wer einen Gläubigen vorsätzlich tötet, dessen Lohn ist die Hölle, ewig darin zu bleiben. Und Allah zürnt ihm und verflucht ihn und bereitet ihm gewaltige Strafe.”1 Und unser Prophet (s) warnt in seinem Hadis, dass die suizidbegehende Person ein Bewohner der Hölle sein wird.2 Wie im rezitierten Vers deutlich wird, welch große Sünde das Morden von anderen Menschen ist, ist es auch eine solch große Sünde, sich selbst das Leben zu nehmen. Denn Allah ist derjenige, der dem Menschen und den anderen Geschöpfen das Leben schenkt und er der einzig berechtigte ist, ihnen das Leben zu nehmen. Denn das Leben ist ein anvertrautes Gut an den Menschen. Es gibt viele Gründe für Suizidereignisse, die wir nicht gern sehen aber sich leider in der letzten Zeit vermehrt haben. Das erste ist das Glaubensproblem. Heutzutage sind aus Sicht des Glaubens erlebte Krisen und von der Religion entfernte Lebensweisen Gründe, dass der Mensch in eine spirituelle Leere fällt. In einer solchen Situation ist sich die Person unbewusst, dass Allah, der erhabene Schöpfer existiert, der ihn zu jeder Zeit und in jeder Situation hütet und beschützt. Zweitens; Das Empfinden der Einsamkeit der Menschen, weil die familiären Werte schwinden. Diese Situation führt dazu, dass die Menschen sehr viele schönen Werte wie Liebe, Vertrauen und gegenseitige Hilfe nicht genießen können, das die Familie ermöglicht. Drittens; die Verbreitung schlechten Gewohnheiten wie Drogen, Alkohol und Glücksspielen, die sowohl dem Körper als als dem Geist des Menschen schaden. Verehrte Gläubige! Nach den Unterschuchungen werden familiäre Probleme, Erfolglosigkeit im Arbeitsleben, wirtschaftliche Probleme, schwere Krankheiten, psychologische Probleme und negative Erlebnisse bei emotionalen Beziehungen als Gründe für Suizidversuche angeführt. Natürlich gibt es bestimmte Wege, sich vor der Konfrontation solcher Situationen zu schützen. Erstens: spirituelle Unterstützung. Der Mensch besteht aus Körper und Geist. Beide sollten ausgewogen genährt werden. Wobei der Körper materielle Nährstoffe wie Wasser, Luft und Speisen braucht, bedarf unsere Seele nach spiritueller Nahrung. Das Notwendigste unserer spirituellen Bedürfnisse ist es, an den erhabenen Allah zu glauben, an den man sich bei jeder Situation zuflüchten, sich an Ihn stützen und an Ihn vertrauen kann. Zweitens: den Glauben an das Schicksal zu verinnerlichen. Für Gläubige Menschen ist der Schicksal so wie ein Hafen, an den ein Schiff Zuflucht nehmen kann, der in ein Gewitter gekommen ist. Der Gläubige weiss, dass die Hilfe Allahs dann beginnt, wenn seine Kraft endet. Es gibt den Allah, der sagt: “ich bin da” wenn der Diener sagt: “ich kann nicht mehr.” Derjenige, der die Stimme der Ameisen hört, wird auch sicherlich den Aufschrei der Herzen erhören. Hauptsache ist, dass der Mensch sich bewusst ist, dass Allah jederzeit bei ihm is tund ihm ihm hilft. Als Individuen und Gesellschaft haben wir hierzu auch einige Aufgaben. Allen voran haben wir die Verantwortung, Lösungen für die Probleme der suizidgeneigten Person zu finden, Empathie zu knüpfen, die Person und Familie zu stärken, Unterstützung der Personen, ihrer gesellschaftlichen Verantwortung gerecht werden zu können und die Gesellschaft zu Suizidfällen aufzuklären. Lassen sie uns nicht vergessen, dass man so viel Wohltaten erwirbt, wenn man jemanden rettet, als ob man die ganze Menschheit gerettet hätte. Gesegnet seien diejenigen, die einen Bruder oder eine Schwester retten, gesegnet seien diejenigen, die ein Herz erleichternd stillen können, gesegnet seien diejenigen, die einem Problem abhelfen können. Orhan Bal Religionsbeauftragter, Ingolstadt [1] Koran, an-Nisa, 4/93 [2] al-Bukhari, Tibb 56, III, 32; al-Muslim, Iman 175, I, 103-104; at-Tirmidhi, Tibb 7, IV, 386 2016-08-26 Alle Rechte vorbehalten. Kein Teil des Werkes darf in irgendeiner Form ohne schriftliche Genehmigung der DITIB reproduziert, vervielfältigt oder verarbeitet werden. t ditib hutbeler, Almanya hutbe, almanya hutbe, almanca hutbe, deutch hutbe, deutch Freitagspredigt (PDF)
22 Ağustos 2016 Pazartesi
Örnek Bir Hanım: ÜMMÜ SÜLEYM (R.ANHÂ)
Örnek Bir Hanım: ÜMMÜ SÜLEYM (R.ANHÂ)
Hanım sahabîlerden Ümmü Süleym bint-i Melhan (r.anhâ) kanaatkâr, dindar, dirâyetli bir hanımdı. Ashabdan Enes bin Mâlik hazretlerinin annesidir. Benî Neccâr kabilesinden olan Ümmü Süleym (r. anhâ) kavmiyle beraber Müslüman olmuştu. Kocası ve Enes’in babası olan Mâlik bin Nadr onun Müslüman olmasına kızarak Şam’a gitmiş ve orada müşrik olduğu halde ölmüş, Ümmü Süleym (r. anhâ) bir zaman dul kalmıştı.
Zengin ve hatırı sayılır kimselerden Ebû Talha, kendisiyle evlenmeye talip olmuştu. Lakin henüz Müslüman olmamıştı. Ümmü Süleym (r. anhâ) ona:
“Senin gibisi reddolunmaz. Ancak sen müşriksin. Ben ise -Elhamdülillah- Müslümanım. Eğer Müslüman olursan mehrimi de sana bağışlarım. Bilmez misin ki senin taptığın şey yerden biter, sonra onu dülger yontar. Bu halde sen bir tahta parçasına tapmaktan utanmıyor musun?” dedi.
Ebu Talha, bu sözlerden insafa gelip Müslüman oldu ve Ümmü Süleym (r. anhâ) ile evlendi. İslam mücâhidlerinin en meşhurlarından oldu.
Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor: Uhud Harbi’nde Müslümanlar bir ara Resûlullâh’ın (s.a.v.) yanından dağılmış, ancak on kişi kalmıştı. Bu çok tehlikeli anda Hz. Ebûbekir’in kızı (ve Resûlullâh’ın zevcesi) Hz. Âişe ile annem Ümmü Süleym aralıksız ve süratle kırbalarla su taşıyorlar ve yaralılara su veriyorlardı.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Bana cennet gösterildi. Orada Ebû Talha’nın hanımı (Ümmü Süleym’i) gördüm.” buyurmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Bir keresinde uyurken kendimi cennette gördüm. O sırada bir kadın (Ümmü Süleym) bir köşkün yanında abdest almakta idi.” buyurmuştur.
Resûlullâh veda haccında başını tıraş ettiği zaman saçından ilk alan Ebû Talha oldu. Aldığı saçları Resûlullâh’ın emri üzerine, saklaması için zevcesi Ümmü Süleym’e teslim etti. (Tecrid-i Sarîh Terc. ve Meşâhiru’n-Nisâ) …
Efendimiz aleyhissalatü vesselam hazretleri bu hadis-i şerifinde, böyle mübarek bir zat olan, İslam’a ve Peygamber Efendimiz’e samimiyetle bu derece bağlı bir hanım olan Ümmü Süleym’in (r. anha) ahirette ne kadar büyük bir mertebe sahibi olduğunu ifade etmiştir.
18 Ağustos 2016 Perşembe
ÜMMÜ SÜLEYM VE ENES BİN MÂLİK HAZRETLERİ
ÜMMÜ SÜLEYM VE ENES BİN MÂLİK HAZRETLERİ
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medîne-i Münevvere’ye hicretlerinde Ebû Eyyûb’un (r.a.) hanesinde ikâmet buyurdukları esnada Müslüman ahâliden kadın ve erkek herkes gücünün yettiği kadar Resûlullâh’a (s.a.v.) hediyeler takdim ediyorlardı. Ümmü Süleym hazretleri hediye edecek bir şey bulamayıp henüz on iki yaşında olan oğlu Enes’i elinden tutarak Resûlullâh’ın (s.a.v.) huzûruna getirdi ve:
“Yâ Resûlallah, bunu size hizmetkârlık etsin, hizmetinizle şereflensin, diye getirdim. Haddim olmayarak hediye ediyorum. Bu oğlum, sizin hizmetkârınızdır, ona duâ ediniz.” diye takdim etti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Enes hakkında ömrünün uzun, mal ve evladının çok olması, her neye nail olursa feyz ve bereketli olması için duâ ettiler.
Kâinâtın efendisinin duâsı bereketiyle Hz. Enes 103 sene yaşadı. Seksen evladı oldu. Malı da sayılamayacak kadar idi. Hz. Ömer’in halifeliği zamanında halka fıkıh öğretmek için Basra’ya gitmişti. Hicri 91 tarihinde Basra’da âhirete irtihal etmiştir. (Meşâhiru’n-Nisâ)
HAZRET-İ ALİ’NİN (K.V.) YAHUDİ’YE CEVABI
Bir gün bir Yahudi Hazret-i Ali’ye (k.v.):
“Yüksek bir binanın üstünden aşağı atlasan Allah seni korur mu, buna inanıyor musun?” diye sordu.
Hazret-i Ali (k.v.):
“Allah, herkesin sığındığıdır. Elbette beni de koruyacaktır” cevabını verdi.
Yahudi:
“O zaman, kendini aşağı at. Ben de senin bunu kalpten söylediğine inanayım” dedi.
Hazret-i Ali kızarak dedi ki:
“Sus! Bunu duymamış olayım. Hiç kulun Rabbini imtihan etmesi yakışık alır mı? İmtihan etmek sadece ve sadece Allah’a mahsustur.” (Mesnevi’den Seçmeler, Çamlıca B.Y.)
عَنْ أَنَسٍ بْنِ مَالِكٍ قَالَ: أَسَرَّ إِلَيَّ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ سِرًّا فَمَا أَخْبَرْتُ بِهِ أَحَدًا بَعْدَهُ وَلَقَدْ سَأَلَتْنِي أُمُّ سُلَيْمٍ فَمَا أَخْبَرْتُهَا بِهِ. (ق)
Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle dedi: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bana bir sır verdi. On(un vefatın)dan sonra da bu sırrı hiç kimseye söylemedim. Annem Ümmü Süleym sordu. Ona da söylemedim.” (Hadîs-i Şerîf, Sahîh-i Buhârî)
17 Ağustos 2016 Çarşamba
Ağrı, Sancılarda Okunacak Dualar
Ağrı, Sancılarda Okunacak Dualar
Resûlullah efendimiz hasta ziyaretine gitmişti.
Hastanın, çok ağrısı ve sancısı vardı. “Ağrıyan yeri sağ elin ile yedi kere mesh eyle!
Her defasında E’ûzü bi’izzetillahi ve kudretihi min şerri mâ-ecidü ve ühâzirü oku!” buyurdu. (Bostân-ül-Ârifin)
Resûlullah yine buyurdu buyurdu ki: “Yağmur suyunu toplayıp, üzerine, Fâtiha-i şerîfe, Âyet-el-kürsi, İhlâs-ı şerîf ve Kul-e’ûzü sûreleri yetmişer kere okunur.
Bu sudan aralıksız yedi sabâh içenlerin hastalıkları, ağrıları zâil olur.” Bunları, beş, on sâlih müslümân toplanıp, aralarında taksim ederek okuyup, suya üfleyebilirler” (Hazînet-ül-esrâr)
Aişe validemiz buyurdu ki, bir yerinde ağrı olduğunuda, Resulullah iki Kûl e’ûzü (Felak ve Nâs) sûresini okuyup, mübarek avcuna üfler, elini ağrı olan yere sürürerdi.
Kalb ağrısı için de, “Ellezîne âmenû ve amilussalihâti tûbâ. Lehüm ve husnü meâb.” Duasının okunması tavsiye edilmiştir.
Kayak : 365 Gün Dua – Mehmet Oruç
Örnek Bir Hanım: ÜMMÜ SÜLEYM (R.ANHÂ)
Örnek Bir Hanım: ÜMMÜ SÜLEYM (R.ANHÂ)
Hanım sahabîlerden Ümmü Süleym bint-i Melhan (r.anhâ) kanaatkâr, dindar, dirâyetli bir hanımdı. Ashabdan Enes bin Mâlik hazretlerinin annesidir. Benî Neccâr kabilesinden olan Ümmü Süleym (r. anhâ) kavmiyle beraber Müslüman olmuştu. Kocası ve Enes’in babası olan Mâlik bin Nadr onun Müslüman olmasına kızarak Şam’a gitmiş ve orada müşrik olduğu halde ölmüş, Ümmü Süleym (r. anhâ) bir zaman dul kalmıştı.
Zengin ve hatırı sayılır kimselerden Ebû Talha, kendisiyle evlenmeye talip olmuştu. Lakin henüz Müslüman olmamıştı. Ümmü Süleym (r. anhâ) ona:
“Senin gibisi reddolunmaz. Ancak sen müşriksin. Ben ise -Elhamdülillah- Müslümanım. Eğer Müslüman olursan mehrimi de sana bağışlarım. Bilmez misin ki senin taptığın şey yerden biter, sonra onu dülger yontar. Bu halde sen bir tahta parçasına tapmaktan utanmıyor musun?” dedi.
Ebu Talha, bu sözlerden insafa gelip Müslüman oldu ve Ümmü Süleym (r. anhâ) ile evlendi. İslam mücâhidlerinin en meşhurlarından oldu.
Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor: Uhud Harbi’nde Müslümanlar bir ara Resûlullâh’ın (s.a.v.) yanından dağılmış, ancak on kişi kalmıştı. Bu çok tehlikeli anda Hz. Ebûbekir’in kızı (ve Resûlullâh’ın zevcesi) Hz. Âişe ile annem Ümmü Süleym aralıksız ve süratle kırbalarla su taşıyorlar ve yaralılara su veriyorlardı.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Bana cennet gösterildi. Orada Ebû Talha’nın hanımı (Ümmü Süleym’i) gördüm.” buyurmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Bir keresinde uyurken kendimi cennette gördüm. O sırada bir kadın (Ümmü Süleym) bir köşkün yanında abdest almakta idi.” buyurmuştur.
Resûlullâh veda haccında başını tıraş ettiği zaman saçından ilk alan Ebû Talha oldu. Aldığı saçları Resûlullâh’ın emri üzerine, saklaması için zevcesi Ümmü Süleym’e teslim etti. (Tecrid-i Sarîh Terc. ve Meşâhiru’n-Nisâ)
11 Ağustos 2016 Perşembe
Hutbe: SIRÂT - I MÜSTAKİM (12 .08 .2016)
http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/S%C4%B1rat-%C4%B1%20M%C3%BCstakim.pdf
http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/S%C4%B1rat-%C4%B1%20M%C3%BCstakim.pdf
12.08.2016
Sırat-ı Müstakim
istanbul müftülügü hutbeler, ankara müftülügü hutbeler,
Hutbe: İstikamet Üzere Olmak (12/08/2016)
İstikamet Üzere Olmak
12/08/2016
Aziz Müminler!
Bir gün Peygamberimiz (s.a.s), düz bir çizgi çizerek “İşte bu, Allah’ın dosdoğru yoludur.” buyurdu. Ardından bu çizginin sağından ve solundan başka çizgiler çizdi ve “Bunlar da, dosdoğru yolun haricindeki yollardır. Bu yolların her birinin başında ona çağıran bir şeytan vardır.”[1] şeklinde açıklamada bulundu. Sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: “Şüphesiz, bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara sapmayın. Onlar sizi Allah’ın yolundan uzaklaştırır. İşte günahtan korunmanız için Allah size böyle öğüt verdi.”[2]
Değerli Müminler!
Sırât-ı müstakim, Kur’an ve peygamberlerin yoludur. Allah’a verdikleri sözden bir an olsun ayrılmayan, sadakatle sembolleşen sıddıkların yoludur. Sırât-ı müstakim, salih amel işleyenlerin, ilahi lütuf ve nimetlere talip olanların yoludur. Bu yol, “Sözlerin en doğrusu Allah’ın Kitabı, rehberliğin en güzeli de Muhammed’in rehberliğidir.”[3] hadisini hayatında değişmez ilke olarak kabul edenlerin yoludur.
Kıymetli Müminler!
Sırât-ı müstakimde sadece bir olan Allah’a kulluk vardır. Hayatı O’nun emir ve yasaklarına göre yaşamak vardır. Allah Resulünü sevmek ve ona gönülden tabi olmak vardır. O’nun gibi dosdoğru, emin, güvenilir ve yüce bir ahlak üzere olmak vardır.
Sırât-ı müstakimde, hayır ve güzelliklere anahtar, şerre kilit olmak vardır. Sırât-ı müstakimde insanı öldürmek değil, yaşatmak vardır. Sırât-ı müstakimde ötekileştirmek değil, biz olmak; beraber olmak vardır. Sırât-ı müstakimde dürüst ve erdemli olmak vardır. Sırât-ı müstakimde şiddet, zulüm, terör değil; şefkat, merhamet ve adalet vardır.
Aziz Müminler!
Günümüzde sırât-ı müstakimden uzaklaşıldığı için, dünyada ve gönül coğrafyamızda korku, acı, gözyaşı, huzursuzluk kol geziyor. Sırât-ı müstakimden uzaklaşıldığı içindir ki; dünyada milyonlarca insan evinden, barkından, yurdundan kaçıyor, açlık ve sefaletten hayatını kaybediyor. Sırât-ı müstakimden uzaklaşıldığı içindir ki; bugün ayrılık-gayrılık ve tefrikaya düşülüyor; kardeşlik, muhabbet, hak ve hakikat çağrıları cılız ve karşılıksız kalıyor.
Değerli Müminler!
Kurtuluşumuz, huzur ve mutluluğumuz, Rabbimizin Kitabı ve Peygamberi aracılığıyla bizlere öğretmiş olduğu dosdoğru yolda sapmadan, yılmadan yürümekle mümkündür. Efendimiz (s.a.s)’in eşsiz örnekliğinden ayrılmamak ve onun bize öğrettiği yüce değerlere sımsıkı sarılmakla mümkündür.
Hutbemi Kur’an-ı Kerim’de bize öğretilen şu dua ile bitirmek istiyorum. “Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma! Bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lütfu bol olan yalnız Sensin.”[4]
Abdullah Mercimekoğlu
Münih Lindenberg Camii Din Görevlisi
[1] Dârimî, Mukaddime, 23.
[2] En’âm, 6/153.
[3] Nesâî, Salâtu'l-îdeyn, 22.
[4] Âl-i İmrân, 3/8.
Hutbe: Auf dem geraden Weg sein (sirata´l-mustaqim)12/08/2016
Auf dem geraden Weg sein (sirata´l-mustaqim)
12/08/2016
Verehrte Gläubige!
Eines Tages zog unser Prophet eine Linie [auf den Sandboden] und sagte: “Das ist der gerade Weg (sirata´l-mustaqim) Allahs.” Anschließend zeichnete er kleinere Linien rechts und links von dieser Linie und erklärte: “Diese sind Wege außerhalb des geraden Weges. Am Anfang all dieser Wege sind Teufel vorhanden, die zu diesen Wegen einladen.”1 Dann rezitierte er den gnadenreichen Vers: “Dies ist Mein Weg, ein gerader. So folgt ihm! Und folgt nicht den anderen Wegen, damit sie euch nicht von Seinem Weg auseinanderführen! Dies hat Er euch anbefohlen, auf daß ihr gottesfürchtig werden möget!”2
Geehrte Gläubige!
Der gerade Weg (sirata´l-mustaqim) ist der Weg des Koran und der Propheten. Es ist der Weg derjenigen, die keinen Moment von ihrem Wort abkehren und der Weg der Wahrheitsliebenden, die durch ihre Treue zu einem Symbol wurden. Der gerade Weg ist der Weg derjenigen, die rechtschaffene Werke vollbringen und sich um die Gunst des göttlichen Segens und die Gunst der göttlichen Gaben bemühen. Dieser Weg ist der Weg derer, die die Überlieferung des Propheten: “Das wahrste der Worte ist das Buch Allahs, die schönste Wegweisung ist die Wegweisung von Muhammed (s)”3 als unveränderbares Lebensprinzip akzeptieren.
Verehrte Gläubige!
Auf dem geraden Wege gibt es nur den Dienst an Allah. Dabei gibt es das Prinzip, nach Seinen Geboten und Verboten zu leben; sowie Seinen Propheten zu lieben und ihm vom Herzen zu gehorchen. Auch akkurat, zuverlässig und vertrauenswürdig zu sein und eine hohe Tugendhaftigkeit wie der Prophet zu besitzen deuten auf diesen Weg hin.
Auf dem geraden Wege (sirata´l-mustaqim) gibt es das Ziel, ein Eröffnender für das Gute und Schöne und eine Sperre gegenüber dem Bösen zu sein. Auf dem geraden Weg gibt es nicht das Ermorden von Menschen sondern das Erhalten der Menschen am Leben. Auf dem geraden Weg gibt es nicht ein Verfremden, sondern ein Wir und ein Zusammensein. Auf dem sirata´l-mustaqim gibt es keine Gewalt, keine Ungerechtigkeit und keinen Terror; sondern Milde, Barmherzigkeit und Gerechtigkeit.
Verehrte Gläubige!
Heutzutage patroulliert Furcht, Leid, Tränen und Unwohl auf der Welt und in unserer Region, weil man sich vom geraden Wege entfernt hat. Aufgrund der Entfernung vom geraden Wege fliehen Millionen von Menschen aus ihren Häusern, ihrem Obdach und ihren Ländern und verlieren aufgrund von Hunger und Elend ihr Leben. Weil man sich von dem sirata´l-mustaqim entfernt hat, verfällt man in Zwietracht und Trennung; der Aufruf zur Geschwisterlichkeit, zur Liebe, Gerechtigkeit und Wahrheit fallen mager aus und finden keinen Wiederhall.
Verehrte Gläubige!
Unsere Errettung, unser Wohl und Glück zu gewährleisten, ist durch unverirrtes und unentmutigtes Marschieren auf dem geraden Wege möglich, das uns durch das Buch unseres Herren Allah und Seinen Propheten gelehrt wurde. Es ist dadurch möglich, dass man von der unvergleichbaren Vorbildhaftigkeit und man sich an die hohen Werte fest anklammert, die uns der Prophet lehrte.
Ich beende meine Predigt mit einem Bittgebet, das uns der gnadenreiche Koran lehrt: „Unser Herr, lasse unsere Herzen nicht abschweifen, nachdem Du uns rechtgeleitet hast, und schenke uns Erbarmen von Dir aus. Du bist ja der unablässig Schenkende.“4
Abdullah Mercimekoğlu
Religionsbeauftragter Lindenberg Moschee, München
1 ad-Darimi, Muqaddima, 23
2 Koran, al-Enam, 6/153
3 an-Nesai, Salatu'l-Ideyn, 22
4 Koran, Al-i Imran, 3/8
2016-08-12
Alle Rechte vorbehalten. Kein Teil des Werkes darf in irgendeiner Form ohne schriftliche Genehmigung der DITIB reproduziert, vervielfältigt oder verarbeitet werden.
TAKVÂ NEDİR?
TAKVÂ NEDİR?
Ebû Hureyre (r.a.) hazretlerine bir kimse “Takvâ nedir?” diye sordu. Ona “Sen hiç dikenli yolda yürüdün mü?” diye sordu.
“Evet” dedi.
“Peki, ne yaptın, nasıl yürüdün?” dedi.
“Diken görünce ondan sakınarak yürüdüm.” deyince “İşte takvâ budur.” buyurdular.
İbn-i Mu’tez “Takva, günahların büyük küçük hepsini terk etmendir.” demiştir. (Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr)
HEKİM BEŞİR ÇELEBİ’NİN FİRÂSETİ
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde, Konya şehrinde, Beşir Çelebi isimli hâzik ve mâhir bir hekim var idi. Bütün halk ona itimat ederdi.
Bir gün atıyla giderken, bir cenâzeye rast geldi. Taşıyanlara: “Bu taşıdığınız kişi diridir” dedi.
Hemen atından indi, tabutu açıp içindeki kişiden kan aldı. Bir zamandan sonra adam gözünü açtı, kalkıp oturdu.
Beşir Çelebi’ye sordular:
“Efendim, onun diri olduğunu nereden bildiniz?” Beşir Çelebi:
“Taşıyanların hâlinden bildim. Zîrâ ölü gâyet ağır olur, diri ise hafif olur” dedi.
Gazi Sultan Mehmed Han (Fâtih), Edirne’de tahta yeni çıkmışlardı. Gâyet âlim ve kâmil padişah idi. Âlimleri çok sever, her nerede bir âlim ve hüner sâhibi fâzıl kimse işitse hemen onu memleketine getirmek isterdi.
Meclisinde Beşir Çelebi’den bahis olununca sultan hemen Karaman oğlu İbrahim Bey’e mektup gönderdi, hekîmi huzûruna getirtti. Beşir Çelebi Edirne’de, eski sarayda padişah hazretleriyle görüştü. Hayli müddet maiyetinde bulundu. Padişah, onun sohbetinden çok memnûn oldu. Onu has adamları arasına aldı. (Menâkıb-i Medîne-i Edirne)
10 Ağustos 2016 Çarşamba
MAL VE BEDEN İLE İBÂDET: HAC
MAL VE BEDEN İLE İBÂDET: HAC
Hac, İslâm’ın beş esâsından biridir. Hem mâlî, hem de bedenî bir ibâdettir. Hicret’in dokuzuncu senesinde farz kılınmış ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebûbekir’i (r.a.) hac emîri tayîn etmişlerdir. Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) hac farîzasını ertesi sene îfâ buyurmuşlardır.
Şartları kendinde bulunan kişiye ömründe bir kere haccetmek farz-ı ayındır. Mâli imkânı müsâit olduğu halde, ömrünün sonuna kadar sıhhati müsâit olmazsa vekil gönderir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“İslâm beş esas üzerine kurulmuştur. Bunlar; Kelime-i Şehâdet (Allâhü Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) Allâh’ın kulu ve peygamberi olduğuna şehâdet etmek), namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve Kâbe’yi haccetmektir.” (Müttefekun aleyh)
Haccın bazı hikmet ve faydaları:
1. Allâhü Teâlâ’ya karşı kendini hakir göstermek, insanlara karşı mütevâzı olmak,
2. Mal nimetinin ve beden sağlığının şükrünü edâ etmek.
3. Kâbe-i Muazzama’nın, insanların ruhlarına inşirâh (genişlik) vermesi,
4. Nefsi tezkiye ve terbiye etmek,
5. Dinleri bir, renkleri ve dilleri ayrı olan Müslümanların kaynaşmaları,
6. Hacer-i Es’ad’ı selamladıkça ahid ve mîsâkı hatırlamak ve îmânı tazelemek,
7. İslâm’ın doğup yayıldığı yerleri görüp, Peygamberimiz’in (s.a.v.) ve Ashâbı’nın İslâm için bin bir güçlük ve meşakkat içinde verdiği mücâdeleyi hatırlamak,
8. Bembeyaz ihrâma bürünmek, beyaz kefene sarılıp âhiret yolculuğuna çıkmanın, kabirden kalkıp mahşere gitmenin bir temsilidir,
9. Hac, Müslümanlarda ömür boyu yâd edilecek güzel hâtıralar bırakır. (Hac Rehberi, Fazilet Neşriyat)
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ الْحَاجَّ الرَّاكِبَ لَهُ بِكُلِّ خُطْوَةٍ تَخْطُوهَا رَاحِلَتُهُ سَبْعُونَ حَسَنَةً وَإِنَّ الْحَاجَّ الْمَاشِيَ لَهُ بِكُلِّ خُطْوَةٍ يَخْطُوهَا سَبْعُمِائَةِ حَسَنَةٍ مِنْ حَسَنَاتِ الْحَرَمِ. قِيلَ يَا رَسُولَ اللهِ : وَمَا حَسَنَاتُ الْحَرَمِ؟ قَالَ:كُلُّ الْحَسَنَةِ بِمِائَةِ أَلْفِ حَسَنَةٍ. (مجمع)
“Muhakkak binekli olarak hac yapan kimsenin bineğinin her adımına harem sevaplarından yetmiş, yaya olarak hac yapanın her adımına da yedi yüz sevab vardır. Birisi, “Harem sevabı nedir? dedi. “Her bir hasene (için) yüz bin kat sevaptır.” buyurdular. (Hadîs-i Şerîf, Beyhakî, Sünen-i Kübrâ)
Mürşid-i Kâmilller
Mağrurlar ve Mürşid-i Kâmilller
Mağrurların çoğunu görürsün, kendi tabiatlarının habis hükümleri ve azgın, şımarık ve haddini aşan nefısleriyle meşgul olurlar. Ve talebeler (hakkı isteyen ve arayanlar) derler ki:
Eğer mürşid-i kâmil’i bizler tasdik edecek olsak ve ondan açık (ve onun mürşid-i kâmil olduğuna delâlet eden bir) alâmet görsek; elbette onun tarikatına ilk giren ve onların hakikat eteğine ilk yapışan kişi, biz olurduk!”
Onlara de ki:
Muhakkak ki güneş, güneştir! Her ne kadar körler onu görmese bile…
Bal, baldır. Ağzı acımsı (hastalığına tutulan kişiler) her nekadar balın tadını hissetmeseler bile… “
(Mürşid-i kâmil’in alâmetlerini ve büyüklüğünü görüp kabul etmeye) hazır olan talebe ise, oyalanmaya düşmez.
Ömür akçasını zarar ile kaybetmez.
Belki bütün zamanlarda kendisi için mümkün olan taâtları işlemek için çokça çalışır. Mümkün mertebe isteme yolunda olur. Zira:
Hepsi idrâk edilmeyen bir şeyin hepsi terk edilmez…”
Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri:8/24-25.
9 Ağustos 2016 Salı
“HİCRET, ALLÂH’IN YASAKLARINI TERKETMEKTİR”
“HİCRET, ALLÂH’IN YASAKLARINI TERKETMEKTİR”
Resûlullâh Efendimiz’e (s.a.v.) bir arâbî geldi ve “Yâ Resûlallâh, bana hicretten haber ver. O senin olduğun yere gelmek midir, yoksa belli bir yurda, yoksa husûsî bir topluluğun yanına gitmek midir, yahut sizin vefâtınızdan sonra kesilir mi?” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) onun suâline cevap vermeyip sükût buyurdular. Bir müddet sonra:
“O suali soran nerededir?” buyurdular. Adam:
“Buradayım Yâ Resûlallâh” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
“Hicret bütün çirkin şeyleri; açık ve gizli olan günahları terketmendir. Sen bunu yaptığında memleketinde ölsen de muhâcir sayılırsın.”
Abdullâh bin Amr (r.a.) dedi ki: Bir adam şöyle sordu:
“Yâ Resûlallâh, bize cennetliklerin elbiselerini bildir. O kudretten yaratılmış şey midir, dokunmuş kumaştan mıdır?
Peygamberimiz (s.a.v.) onun suâline cevap vermeyip sükût buyurdular. Orada bulunanlardan bazıları da güldüler. Peygamberimiz (s.a.v.) onlara:
“Bilmediğini bir bilene sorana mı gülüyorsunuz? O sual soran nerededir?” buyurdular. Adam:
“Buradayım Yâ Resûlallâh” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) -iki defa-:
“Belki cennet meyveleri açılır da elbiseler çıkar” buyurdular. Abdullâh bin Amr sordu:
“Yâ Resûlallâh, hicret ve cihâd hakkında ne buyurursunuz?”
“Ey Abdullah, nefsinden başla, önce onunla cihâd et, nefsinden başla, onunla cihâd et. Muhakkak sen eğer harpten kaçarken öldürülürsen Allâhü Teâlâ seni firâr edenlerle diriltir. Eğer riyâ ile cihâd ederken öldürülürsen, Allâhü Teâlâ seni riyâkârlarla diriltir. Eğer mükâfâtını sırf Allâh’tan umduğun halde sabrederek ölürsen Allâhü Teâlâ seni mükâfâtını Allâh’tan umarak sabredenlerle diriltir.” (S. Ebû Davud)
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللهُ عَنْهُ. (خ)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Hakiki Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların selâmette kaldığı (zarar görmediği) kimsedir. Hakiki muhacir de Allâhü Teâlâ’nın haram kıldığı şeyleri terk eden kimsedir.” (Hadîs-i Şerîf, Sahîh-i Buhârî)
Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin Düzelttiği Fetva
Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin Düzelttiği Fetva
Hazret-i Ali kerremallahü vechehû buyurdular:
Kim, ilimsiz olarak fetva verirse, gök ve yer melekleri ona la’net ederler. Kenzu’l-Ummâl: 29018,
Bu manada bir çok hadis-i şerif mevcuttur:
Kim ilimsiz olarak (bilmeden câhilce) fetva alırsa, onun günahı kendisine fetva verenin (müftinin) üzerinedir.
Kim doğru olanında söylediğinin gayrisinde olduğunu bildiği halde; kardeşine bir işi işaret eder (bir tavsiyede bulunursa) o kişi, kardeşine ihanet etmiştir.” Sünen-i Ebû Davud: 3173, Câmiu’s-sagîr: 8390,
Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin Düzelttiği Fetva
Aliyyü’l-Belhî (r.h.)’ın kızı babasına boğaza kadar çıkan kusmadan sordu. 0 da;
Abdestin yenilenmesi gerekir!” diye fetva verdi.
Sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini rüyasında gördü. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri ona;
Hayır Ya Ali! Ağız dolusu olmadıkça (abdestin yenilenmesi gerekmez)”
Bunun üzerine Aliyyü’l-Belhî (r.h.) buyurdular: “Anladım ki, fetvalar, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine arz olunur. Bunun üzerine ben nefsime “ebediyyen bir daha fetva vermemesi” sözünü verdim…“
Kime Fetva Sorulur?
Avâm’a (halka) düşen vazife, zahir işlerinde (şeriat ile ilgili konularda) mümkün mertebe, memleketinin veya (başka şehirlerde de olsa) asrının en “âlim”ine (zahiri ilimleri en iyi bilen ve en fakîh kişiye gidip) fetva sormaktır
Âlimlerin bir çokları, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini kendisine mahsus bir âlemde görüşüp, kendisine danışmışlardır.
Tasavvuf ve ilim tarihi bu tür güzel menkibelerle doludur:
Muhammed Hâdimî Hazretleri. Efendimizin (s.a.v.) yüce ruhâniyetiyle görüşüp. kendilerinden bilgi ve irfan almışlardır.
Imam-ı Birgivî Hazretleri’nin “Tarikat- Muhammediyye” isimli kitabına şerh yazarken, ihtiyaç duyduğu zaman “tayyı mekan” kerametiyle Medine-i Münevvereye gidip, Efendimizin yüce ruhâniyetinden yardım istemişlerdir.
Osmanlı Padişahlarından Birinci Mahmud, yıllarca Medine’de Harem muhafızlığı görevinde bulunan Hacı Beşir Ağa’ya; (bu zatın kabri. Istanbulda, Eyyûb Sultan (r.a.) hazretlerinin naziresinde ve hemen caminin giriş kapısındadır} Harem-i şerifte kaldığın zaman içerisinde fevkalâde bir hadise görüp görmediğini sorar. Harem-i Şerifin eski emniyet âmiri Beşir Ağa başından geçen bir hadiseyi Padişaha, şöyle anlatır. “-Ravza-i Mutahharedeki, Cibril (Cebrail) kapısı bazı geceler seher vakti kendiliğinden açılır, fakat içeriye kimsenin girdiğini görmezdim. Bir defasında kararımı verdim, bu gece sahaba kadar uyanık kalacak ne pahasına olursa olsun gelenin kim olduğunu öğrenecektim. 0 gece kapı yine açıldı. Hemen kapıya koştum, içeriye bir zât girdi. Heyecan ile;
Kimsin? diye sordum.” 0 zât:
Konya’nın Hâdimî kazasından Muhammed Hadimî’yim,” diye cevap verdi. -“Ziyaret sebebin nedir?”
İmam-i Birgivî Hazretlerinin; “Tarikât-ı Muhammediyye’ isimli kitabına bir şerh yazıyorum. Şüphe ettiğim bazı yerleri Rasûlullah’ın bizzat kendisinden öğrenmeye geldim.”
Kendisini odama götürdüm. Sohbet ettik. Bir müddet yanımda kaldıktan sonra kibar bir şekilde izin istediler:
“Beşir Ağa! Müsâde ederseniz gidip biraz çalışayım?” Ben de;
Hay! Hay! Gidin çalışın, dedim ve Sabah namazından sonra yine odama teşrif ediniz, diye rica ettim.” 0:
Memleketimde imamlık vazifem var! Bana izin ver… ” dedi ve ayrılıp gitti. Birinci Mahmud heyecan ile sordu: –0 zâtı bir daha gördün mü?”
Evet Efendim! Bundan sonra da arada sırada gelirdi, kendisiyle çok görüştüm.” Padişah, yine hayretle sorar: -“0 zâtı görsen tanır mısın?” -“Tanırım.”
Padişah bu hadisenin doğruluğunu öğrenmek için, Muhammed Hadîmî hazretlerine benzeyen kişileri tesbit etti. Memleketin bir çok âlimleri ile beraber Muhammed Hadimi Hazretlerini de İstanbul’a davet etti. Hadimi Hazretlerine benzeyen kişiler toplandı.
Sonra Hacı Beşir’i çağırarak gelen topluluğu ona gösterdi.
Bunların içinde Hadîmî hangisidir?” diye sordu.
Hacı Beşir Ağa o kadar topluluk içinde Muhammed Hadimi Hazretlerini tanıyarak yanına gitti.
Hoşgeldiniz Hoca!” deyip Muhammed Hâdimî Hazretlerinin mübarek ellerini öptü.” Padişah ve orada bulunan bütün devlet erkânı da hâdisenin doğruluğuna inandılar. Hızır Aleyhisselâm” isimli eserime bakınız, Mütercim.
Bu konuda İmam Buhârî hazretlerinin. Askalânî hazretlerinin ve bir çok âlimin hikâyeleri vardır. Bu şekilde bir Çok evliya ve âlim Efendimiz {s.a.v.) hazretlerinin ruhâyetinden ilim ve irfan almışlardır….
“Dİvân-ı Sâlihîn” de, Efendimiz (s.a.v.) hazretleriyle manevî olarak görüşürler…
İslâm’ın edep, terbiye, hayatından yoksun, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin sünnetinden uzak ve şeriat dışı yaşayan ve işin ehli olamayan bazı zındıkların, bu işi sû-i istimal ederek; “istedikleri ân Efendimiz (s.a.v.) hazretleriyle görüştüğünü ve ona fetva danıştığını…” iddia etmelerine de kulak vermemek lazım.
Bu konuda ileri ve geri konuşanlar çok… Mütercim…
İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri:8/50.
8 Ağustos 2016 Pazartesi
Şeytan ve Müminlerin Ölümü
Şeytan ve Müminlerin Ölümü
Bazı şeyhlerden rivayet olundu. Buyurdular:
Mü’min vefat ettiğinde, ailesinden bazılarının ağlamasından daha şiddetli olarak, ölen mü’minin ardından şeytan ağlar. (Şeytanın bu ağlaması) mü’mini dünya hayatta kendi (vesvese) ve fitneleriyle fitneye düşüremediği içindir… Mü’minin ruhu, semâ’ya yükseltildiği zaman, melekler;
Bu kulu, şeytandan kurtaran ve muhafaza eden, Allâhü Teâlâ hazretlerini teşbih ve takdîs ederiz!… Ya nasıi kurtuldu bu?” derler.
Şeytandan Korunmak
Mü’mine düşen vazife,
1- Nefsini, şeytanın vesveselerinden korumak ve,
2- Nefsinin dürtülerinden ve konuşmalarından muhafaza etmektir ki, Allâhü Teâlâ hazretlerinin katında ve mü’milerin yanında rezîl ve rüsvây olmasın!
Hikaye (Şeytanın vesvesesi)
Hikâye olunduğu gibi:
Ömer bin Hattab (r.a.) hazretleri, kendi nefsinde (içinde gayri ihtiyari olarak) bir kadını zikretti… (Sadece bir ân için kalbinden geçirdi, hiçbir harekette bulunmadı…) Ama çok az bir zaman sonra (hannâs şeytanın vesvesesiyle) insanlar, kendi aralarında bunu konuşur oldular…
Cinnî Müslüman Olursa
Ve bil ki:
Kişiye yakın olan cinnî şeytan, Müslüman olduğu zaman; kişi onun şerrinden tamamen emin olur. Cinlerden mü’min olan kavimler vardır. Ve onlar beşerin bütün ilimleriyle menfaat görüp faydalanmaktadırlar…
Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri,:8/34-35
EHL-İ SÜNNET İTİKÂDI
EHL-İ SÜNNET İTİKÂDI
İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri şöyle buyurdular:
“Ey saadete muvaffak kılınmış evladım. Hepimize lazım olan, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin, Kitab ve Sünnet’i layık olduğu şekilde anlayarak çıkardıkları hükümlerle itikâdımızı tashih etmek, düzeltmektir. Ehl-i Sünnet büyüklerinin görüşlerine muvafık olmadığı müddetçe hiç birimizin görüşü muteber değildir. Görmez misin ki, her bid’at ve dalâlet ehli, bâtıl olan hükümlerini kitap ve sünnetten aldığını ve o hükümleri kitap ve sünnetten anladıklarını iddia ederler...” (1/ m. 157)
“Kurtuluş yolu fiillerde, sözlerde, itikadda ve amelde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat Mezhebine uymaktır. -Allahü Sübhanehû onların adedini çoğaltsın- Çünkü kurtuluşa erecek olanlar ancak bunlardır Diğerleri ise helak olacaklardır. Bu hâli bugün birileri bilsin veya bilmesin (hüküm budur). Yarın herkes anlayacaktır, amma faydası olmayacaktır. Allah’ım, ölüm bizi uyandırmadan sen bizi uyandır.” (1/ m. 169)
“İtikad kirliliği -ki bu Ehl-i Sünnet itikâdına muhalefettir- öldürücü zehirdir, insanı ebedi ölüme ve sonsuz azaba götürür. Amelde meydana gelecek gevşeklik ve tembelliklerin mağfiret olunması ümid edilir. Ancak itikattaki gevşekliğin bağışlanma ihtimâli yoktur.” (2/ m. 67)
“Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hz.’nin şöyle buyurduğu naklolundu: “Bütün manevi haller ve vecdler bize verilse de itikâdımız Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akîdesi üzere olmasa biz bu hallerin, perişanlıktan başka bir şey olmadığına inanırız. Yine bizim üzerimizde kusur ve noksanlar toplansa da, itikadımız Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akîdesi üzere dosdoğru bulunsa, biz bunda bir beis görmeyiz. Cenab-ı Hak Seyyid-i Beşer (s.a.v.) Efendimiz hürmetine, bizi ve sizi, Peygamber Efendimiz’in râzı olduğu Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yolunda sâbit kılsın.” (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, 1/ m. 193)
7 Ağustos 2016 Pazar
HACCIN FAZÎLETİ
Allâhü Teâlâ buyurdu ki (meâlen):
“Şüphe yok ki, insanlar için ilk tesîs edilmiş olan mâbed, Mekke’deki o çok mübârek ve âlemler için hidâyet olan Beytullâh (Kâbe-i Muazzama)dır. Onda açık âyetler (alâmetler), Makâm-ı İbrâhîm vardır. Ve her kim ona girerse emîn olur. Ve onun yoluna gücü yeten kimseler üzerine de o Beytullâh’ı haccetmek Allâhü Teâlâ’nın hakkıdır. Ve her kim inkâr ederse şüphe yok ki, Allâhü Teâlâ bütün âlemlerden ganî(zengin)dir.” (Âl-i İmran Sûresi, âyet 96-97)
Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:
“Kim, Allâhü Teâlâ için haccederse, hac esnâsında kötü söz ve davranışlardan sakınır ve günahlara sapmazsa, anasından doğduğu gün gibi temizlenmiş olarak döner.” (S. Tirmizî)
Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.), “Mebrûr (makbul) hac için cennetten başka mükâfât yoktur.” buyurdu. “Onun mebrûr olması ne (ile)dir?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “Yemek yedirmekle, hoş kelâm (konuşmak) iledir.” buyurdu. (S. İbn-i Huzeyme)
Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.)’e “Hangi amel daha fazîletlidir?” diye soruldu, “Allâh’a ve Resûlü’ne îmân etmektir.” buyurdular.
“Sonra hangisi?” denildi.
“Allah yolunda cihâddır.” buyurdu.
“Daha sonra hangi (amel)dir?” denildi.
“Mebrûr (makbul) hacdır.” buyurdular. (Sahîh-i Buhârî)
“Hiç şüphe yok ki, şu Beyt (Kâ’be-i Şerîfe), İslâm’ın direk (mesâbesindeki rükün)lerinden biridir. Kim hac ve umre yaparsa, kefâletini Allâh’ın üzerine havâle etmiş (Allah onun kefili olmuş) demektir. Eğer (bu yolculukta) vefât ederse, Allah onu cennete koyar, şâyet âilesinin yanına döndürürse ganîmetle döndürür.”
“Hacda harcanan para(nın sevabı), Allâhü Teâlâ yolunda sarf edilen nafaka gibi, yedi yüz kat fazlası ile verilecektir.” (Hac Rehberi, Fazilet Neşriyat)
قَالَ اللهُ تَعَالَى: إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ. (سورة آل عمران، 96)
Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu (meâlen): “Şüphe yok ki, insanlar için ilk tesis edilmiş olan mâbed, Mekke’deki o çok mübârek ve âlemler için hidâyet olan Beytullâh (Kâbe-i Muazzama)dır.” (Âl-i İmrân Sûresi, Âyet 96)
Şeytan ve Müminlerin Ölümü
Şeytan ve Müminlerin Ölümü
Bazı şeyhlerden rivayet olundu. Buyurdular:
Mü’min vefat ettiğinde, ailesinden bazılarının ağlamasından daha şiddetli olarak, ölen mü’minin ardından şeytan ağlar. (Şeytanın bu ağlaması) mü’mini dünya hayatta kendi (vesvese) ve fitneleriyle fitneye düşüremediği içindir… Mü’minin ruhu, semâ’ya yükseltildiği zaman, melekler;
Bu kulu, şeytandan kurtaran ve muhafaza eden, Allâhü Teâlâ hazretlerini teşbih ve takdîs ederiz!… Ya nasıi kurtuldu bu?” derler.
Şeytandan Korunmak
Mü’mine düşen vazife,
1- Nefsini, şeytanın vesveselerinden korumak ve,
2- Nefsinin dürtülerinden ve konuşmalarından muhafaza etmektir ki, Allâhü Teâlâ hazretlerinin katında ve mü’milerin yanında rezîl ve rüsvây olmasın!
Hikaye (Şeytanın vesvesesi)
Hikâye olunduğu gibi:
Ömer bin Hattab (r.a.) hazretleri, kendi nefsinde (içinde gayri ihtiyari olarak) bir kadını zikretti… (Sadece bir ân için kalbinden geçirdi, hiçbir harekette bulunmadı…) Ama çok az bir zaman sonra (hannâs şeytanın vesvesesiyle) insanlar, kendi aralarında bunu konuşur oldular…
Cinnî Müslüman Olursa
Ve bil ki:
Kişiye yakın olan cinnî şeytan, Müslüman olduğu zaman; kişi onun şerrinden tamamen emin olur. Cinlerden mü’min olan kavimler vardır. Ve onlar beşerin bütün ilimleriyle menfaat görüp faydalanmaktadırlar…
Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri,:8/34-35
6 Ağustos 2016 Cumartesi
NAMAZLARI VAKTİNDE KILMAK
NAMAZLARI VAKTİNDE KILMAK
Her akıllı, bâliğ (ergen) olan kimsenin Ehl-i sünnet itikâdı üzere îmân olunacak husûsları bilip îmân ettikten sonra beş vakit namazın farzlarını ve vâciblerini bilmesi ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) öğrettiği üzere yerine getirmesi lazımdır.
Uyku ve unutmak gibi bir özürle vaktinde edâ edilmeyip zimmette kalan namaz borcu, tevbe ile ve sâir hasenât (iyilikler) ile sâkıt olmaz. Mutlaka kazâ edilmesi lâzımdır. Ehl-i Sünnet ve Cemâat’ın icmâ’ı budur. Tevbe ile ancak kazâya bırakmanın günahı affolunur.
Namazın vaktini özürsüz olarak geçirmemeli ve özür ile geçirildi ise kazâsını asla ihmal etmemelidir.
Namazını zayi edenlere âhirette büyük azâb olunacağı Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Nitekim Mâûn (Eraeytellezi) sûre-i celîlesi namazı terkedenleri şiddetle zemmetmekte ve onlara azâb olunacağını bildirmektedir.
Namaz ile mükellef kimselerin namazı hafife alarak gaflet etmesi ve kendini namaz kılıyormuş gibi riyâ ile halka göstermesi, dîni inkâr alâmeti olarak gösterilmiş ve böyle kimselerin cehennemin ‘Veyl’ denilen kan ve irin akan deresinde azap olunacağı beyan buyrulmuştur.
Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.):
“Kim namazı terkederse kıyâmet gününde Allâhü Teâlâ’nın gazabına uğrar ve rahmetinden mahrûm olur” buyurmuşlardır.
Her Müslüman emri altındakilere; âilesine ve evlâdına yedi yaşına gelince abdest, gusül ve namazı öğretmelidir. Namazı alışkanlık hâline getirmeleri için güzellikle ve tâkatlerine göre emretmeli ve namazı yanında kıldırmalıdır. (Şerh-i Dürri Yektâ)
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَوَّلُ الْوَقْتِ رِضْوَانُ اللهِ وَوَسَطُ الْوَقْتِ رَحْمَةُ اللهِ وَآخِرُ الْوَقْتِ عَفْوُ اللهِ. (قط)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Namazı ilk vaktinde kılmakta Allâh’ın rızâsı, orta vaktinde Allâh’ın rahmeti, son vaktinde ise Allâh’ın affı vardır.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i Dârekutnî)
Hikâye – (İhlas)
Hikâye – (İhlas)
Mâlik bin Dinar (r.h.)’dan rivayet olundu:
Beyt-i Haram’ı haccetmek üzere yola çıktım. Bir de baktım ki yolda azıksız ve bineksiz olarak giden bir genç vardı. Ona selâm verdim. Selâmımı aldı. Ona sordum;
Ey genç! Nereden?” 0:
Onun yanından!” dedi. Sordum;
Nereye?” Genç cevap verdi:
Ona…” Ben;
Hani azık” dedim, o:
(Azık vermek) onun üzerine düşer!” dedi. Ben;
Yol azıksız ve susuz olarak bitmez; seninle beraber (yenilecek ve içilecek) bir şey var mı?” dedim. 0:
Evet! Ben yola çıkma anında beş harf ile azık hazırladım,” dedi. Ben;
Bu beş harf nelerdir?” dedim. O genç;
Bunlar Allâhü Teâlâ hazretlerinin şu kavl-i şerifidir:
Kef, He, Ye, Ayn, Sâd (Sure-i- Meryem:!,)
Ben sordum;
Kef He, Ye, Ayn, Sâd“” kavl-i şerifinin manâsı nedir?.
Genç, buyurdu:
Kef, Kâfî,
He, Hâdî,
Ye, Müeddî (edâ eden ulaştıran),
Ayn, Âlim,
Sâd, Sâdık (doğru söyieyen)dir….
Kimin arkadaşı, kâfî (yeterli), hâdî (yol gösteren), müeddi (ulaştıran, veren), âlim (her şeyi) bilen ve sâdık (vaadi ve sözü hak ve doğru olan) olursa; o kişi (çölde) kaybolmaz, korkmaz, azık ve su yükünü taşımaya muhtaç olmaz…”
Mâlik (r.h.) buyurdular: (O gençten) bu sözleri işittikten sonra ona giydirmek üzere gömleğimi çıkarttım….
O gömleğimi giymeyi kabul etmekten imtina etti, kaçındı. Ve buyurdu: Ey şeyh! Çıplak olmak; helâli hesap; haramı azab olan fânî dünyanın gömleğini giymekten daha hayırlıdır!” Gecenin karanlığı çöktüğünde, yüzünü semâ’ya doğru kaldırır ve şöyle der:
Ey taat ve ibâdet kendisine sürür veren ve ma’sıyetler, kendisine zarar vermeyen! Sana sürür veren şeyi bana nasîp et! Sana zarar vermeyen şeyden (günahlardan dolayı da) beni mağfiret kıl ve beni bağışla!” (diye hep dua ediyordu….)
İnsanlar, ihrama girip, telbiye getirdiklerinde (o genç zahirde ve sesli telbiye getirmedi… Bunun üzerine ben ona)
Neden telbiye getirmiyorsun?” dedim. O; Ey şeyh! Ben “Buyur Allâhım!” dediğimde,”
Sana Lebbeyk ve Sa’deyk yoktur. Ben senin sözlerini dinlemiyorum!” denilmesinden korkuyorum” dedi.
Sonra o genç yürüyüp gitti. (Bizden ayrıldı.) Onu bir daha görmedim.
Sonra Minâ’da onu gördüm. Şöyle dua ediyordu:
Allâhım! İnsanlar, hediy kurbanlarını kestiler. Udhıyye ve hediyleriyle (yani kurbanlanyla) sana yaklaştılar. Ya Rabbim! Nefsimden başka kendisiyle sana yaklaşacağım hiçbir şeyim yok! Onu benden kabul et!” dedi.
Sonra bir nâra attı.
Ölü olarak yere düştü.
Söz söyleyenin biri o an şöyle dedi:
Bu genç! Allah’ın sevgili kuludur! Bu Allanın öldürdüğüdür! Seyfullah (Allah’ın kılıcı) ile öldürüldü….”
Ben onun techîz ve tekfin işlerini yaptım. Onu götürüp kabre defnettim.
O gece, hep onu düşündüm. Onun durumunu tefekkür ettim. O hal üzere uyudum. O gece, o genci rüyamda gördüm. Ona;
Allâhü Teâlâ hazretleri sana ne etti (nasıl ve neyle muamele etti)” dedim. O;
Allâhü Teâlâ hazretleri, bana, Bedir şehidlerine ettiği gibi muamele etti! Bedir şehidleri kâfirlerin kılıçlarıyla şehid oldular ben de Cebbarın kılıcıyla Öldüm!” dedi….
Kaynak :İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri:8/309
Mucize ve Kerametler İnsanları Terbiye İçindir
Mucize ve Kerametler İnsanları Terbiye İçindir
Mâlik bin Dİnâr (r.h.) hazretlerinden rivayet olundu:
Bana insanların şeytanları, cinlerin şeytanlarından daha şiddetli (ve daha tehlikelidirler.
Bu (şundandır:) Çünkü ben cinnî şeytanlardan Allâhü Teâlâ hazretlerine sığındığım zaman (eûzü çektiğimde) onlar benden (kaçıp) giderler.
İnsan şeytanları ise bana gelirler ve ayan (göz göre göre) beni günaha çekerler…”
İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri:8/30-31.
Mucize ve Kerametler İnsanları Terbiye İçindir
Peygamberlerden olan bütün mu’cizeler ve evliyadan olan bütün kerametler; ister ilmî ve ister kevnî olsunlar (hepsi), kendi zamanında bulunanların terbiyesi içindir…
Kimin istidadı güzelse, meyleder ve hidâyete erer.
Kimin istidadı bozuk ise, sapıtır, dalâlete düşer…
İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri:8/24
Mürşid-i Kâmiller…
Mevlevi (k.s.) hazretleri Mesnevî’de buyurdular:
Sen kaya da olsan;
Mermer de olsan
Gönül sahibi (mürşid-i kâmile), ile Karşılaşsan (ve ona teslim olsan) cevher hâline gelirsin
.
5 Ağustos 2016 Cuma
NİYETİN EHEMMİYETİ
NİYETİN EHEMMİYETİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurdular:
“Yemek yemekten maksat, nefsi nasiblendirmek olmamalıdır. Aksine, ibâdet yapmaya güç ve kuvvet kazanmak olmalıdır.
Başlangıçta bu niyyete muvaffak olmak kolay olmasa bile, kendini buna zorlamak, bu niyeti elde etmek için Allâhü Teâlâ’ya yalvarmak lazımdır.
Elbise giymekte niyet, ibâdet ve namazı kılmak için zînetlenmek olmalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de;
“Ey âdemoğlu! Her mescit yanında ziynetinizi tutunuz (yani gerek tavaf ve gerek namazda elbisenizi üzerinize alınız, en güzel hal ve kıyafette bulununuz)...” (A’raf sûresi, âyet 31) buyrulmuştur. Güzel elbiseler giymekten maksat, insanlara gösteriş olmamalıdır. Zîrâ bu (gösteriş için giyinmek) menolunmuştur; yasaklanmıştır.
Bütün hal ve hareketlerde, Allâhü Teâlâ’nın rızâsını gözetmeye ve İslam dininin icablarıyla bedeni ve kalbi ile amel etmeye gayret etmek lazımdır. İşte böyle yapıldığı takdirde insan zâhiriyle (bedeniyle) ve bâtını ile (kalbiyle), Allâhü Teâlâ’ya yönelmiş, Allâhü Teâlâ’yı zikretmiş olur.
Mesela bir kul, başından sonuna kadar tamamen gaflet olan uykuyu, ibâdetlerinde tembellikten kurtulmak ve ibâdetlerini daha uyanık olarak eda etmek niyetiyle uyursa, bu uyku aynen bir ibâdettir. Bu niyetle uyumaya devam ettiği müddetçe de o kimse sanki ibadette gibidir. Çünkü o kimsenin niyeti, ibadetleri daha iyi edâ etmektir. Hadîs-i şerîfte;
“Âlimlerin uykusu, ibadettir.” buyrulmuştur…” (Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, 3/ m. 17)
Ashâb-ı Bedir………BAHHÂS BİN SA‘LEBE (R.A.)
Bahhâs bin Sa‘lebe radıyallâhü anh hazretleri Ensâr’dan ve Hazrec kabilesinin Avf oğullarındandır.
Kardeşi Abdullah bin Sa‘lebe hazretleriyle birlikte Bedir ve Uhud gazâsında hazır bulunmuşlardır. Radıyallâhü Anhümâ.
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَفْضَلُ الْعَمَلِ اَلنِّيَّةُ الصَّادِقَةُ. (كنز)
Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Amellerin en faziletlisi, sâdık niyettir.” (Hadîs-i Şerîf, Kenzü’l-Ummâl)
4 Ağustos 2016 Perşembe
Kulluk Sadece Allah'a Özgüdür(5.8.2016)
Kulluk Sadece Allah'a Özgüdür.pdf
Kulluk Sadece Allah'a ÖzgüdürYeni
5.8.2016
http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Kulluk%20Sadece%20Allah'a%20%C3%96zg%C3%BCd%C3%BCr.pdf
Kul ve Kamu Hakkı (05.08.2016)
Kul ve Kamu Hakkı
(05.08.2016)
Değerli Müminler!
Yüce Rabbimiz, “İnsanı en güzel surette yaratmış”,[1] ve en güzel surette yarattığı insanın hem dünyada hem de ahirette huzurlu ve mutlu olmasını sağlamak için önemli ölçü ve prensipler ortaya koymuştur. Bunların başında kul ve kamuya ait haklara saygı göstermek gelmektedir. Bu haklara riayet edildiği oranda toplumda huzur ve mutluluk olur. Nitekim günümüzdeki huzursuzlukların, kavga ve cinayetlerin, hatta savaşların, karşılıklı haklara saygı gösterilmemesinden kaynaklandığı bilinen bir gerçektir. Bunun için dinimiz ırk, cinsiyet ve inanç ayrımı yapmaksızın bütün insanların haklarını kutsal ve dokunulmaz kabul etmiş, bu hakların ihlâline karşı maddî ve manevî birçok müeyyide getirmiştir.
Muhterem Müslümanlar!
Kişinin en önde gelen hakkı, yaşama hakkıdır. Bu hakka karşı işlenecek suçlar inancımızda büyük günahlardan sayılmıştır. Ayrıca, insanların itibarını sarsıcı, onurunu kırıcı söz ve davranışlar da kul hakkı ihlalidir. Bu bakımdan Kuran-ı Kerim’in değişik ayetlerinde iftira, gıybet, dedikodu, başkalarının özel hayatlarını ve gizli hallerini araştırmak, kötü lakap takmak, alay etmek gibi her türlü çirkin tavır ve davranışlar da yasaklanmış[2] ve kul haklarının ihlali noktasında değerlendirilmiştir.
Hutbemin başında okumuş olduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz; ”Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin”[3] buyurarak, insanların ölçü ve tartıda hile, hırsızlık, emanete hıyanet, rüşvet gibi yollarla birbirlerinin mallarını yemelerini ve haklarını gasp etmelerini de yasaklamıştır.
Muhterem Kardeşlerim!
Kul hakkı ihlâline sebep olan ve İslâm’ın yasakladığı pek çok olumsuz davranış vardır. Cana kıymak, zina etmek, insanların namus ve şereflerine leke sürmek, aldatmak, hile yapmak, borcunu zamanında ödememek, yetim hakkı yemek, komşuları ve çevreyi rahatsız etmek gibi tavır ve davranışlar kul hakkı olduğu gibi trafik kurallarına uymamak da kul hakkı ihlalidir.
Toplumun huzurunu bozmak için fitne çıkarmak ise kamu ile alakalı kul haklarındandır. Çünkü fitne, toplumda karışıklığa, savaşların çıkmasına ve böylece yüz binlerce masum insanın hayatını kaybetmesine sebep olan bir davranıştır.
Aziz Kardeşlerim!
Hutbemi Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in, kul ve kamu haklarına dikkat etmeyenlerin durumları ile ilgili şu uyarıcı ve ibret verici sözleriyle bitirmek istiyorum: “Kişi namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerini eda etmiş olarak Allah’ın huzuruna gelir. Bununla beraber; kimine sövmüş, kiminin kanını akıtmış, kiminin malını yemiş, kimine de iftira etmiştir. Bu durum karşısında onun ibadetlerinden elde ettiği sevaplar kendisinden alınarak hak sahiplerine dağıtılır. Eğer ibadetleri ve iyilikleri kul haklarını ödemeye yetmezse, hak sahiplerinin günahlarından alınıp kendisinin günahlarına eklenir. Böylece sevapları gitmiş, günahları artmış, neticede iflas etmiş olarak cehenneme gönderilir.”[4]
Aziz Cemaat, Rabbim birlik beraberliğimizi bozmasın, hiçbirimize kul hakkına ve kamunun hakkına girmeyi nasip eylemesin.
Hazırlayan: DİTİB Hutbe Komisyonu
[1] Tin, 95/4.
[2] Hucurât, 49/11-12.
[3] Bakara, 2/188.
[4] Müslim, Birr, 59, Tirmizi, Kıyamet 2.
Hutbe: Recht der Menschen und Öffentlichkeit (05.08.2016)
Recht der Menschen und Öffentlichkeit
(05.08.2016)
Geehrte Gläubige!
Unser erhabener Herr Allah sagte: "Wir haben den Menschen ja in schönster Gestalt erschaffen,"1 und weil Er ihn auf schönste Weise erschaffen hat, auch wichtige Maßstäbe und Prinzipien bestimmt um damit das Wohlbefinden und Glück des Menschen sowohl in der Welt als auch im Jenseits zu gewährleisten. Allen voran sind die Rechte des Individuums und der Öffentlichkeit zu beachten. Soweit wie diese Rechte beachtet werden, wird es Wohl in der Gesellschaft geben. Es ist eine Realität, dass das Unwohl, der Streit und die Morde, sogar die Kriege darauf zurückzuführen sind, dass die gegenseitigen Rechte nicht respektiert werden. Aus diesem Grunde hat unsere Religion die Rechte von allen Menschen als heilig und unverletzbar anerkannt ohne die Völker, das Geschlecht und die Religion zu diskriminieren und bei Verletzungen dieser Rechte viele materiellen und geistigen Maßnahmen eingeführt.
Geehrte Muslime!
Das vorrangigste Recht eines Menschen ist das Lebensrecht. Die Vergehen gegen dieses Recht zählen in unserem Glauben zu den großen Sünden. Außerdem sind auch Worte und Handlungen, die das Ansehen des Menschen erschüttern und die Ehre verletzen auch Vergehen gegen die Rechte der Menschen. Aus dieser Sicht werden in verschiedenen Versen des gnadenreichen Korans alle negativen Handlungen wie die Verleumdung, üble Nachrede, das Verhöhnen, Erforschen der Privat- und Intimsphäre eines Menschen, einen Spitznamen zu verpassen und die Belustigung verboten2 und aus der Perspektive des Vergehens gegen die Rechte des Individuums gewertet.
In dem am Anfang rezitierten gnadenreichen Vers gebietet unser erhabener Herr Allah: "Und zehrt nicht euren Besitz untereinander auf nichtige Weise auf."3 und verbietet damit den Menschen die rechtswidrige Aneignung des Besitzs voneinander wie durch Betrug bei Maß und Waage, Diebstahl, Untreue bei Anvertrautem sowie Korruption.
Meine verehrten Geschwister!
Es gibt sehr viele fatalen Handlungen, die der Islam verboten hat und die zur Verletzung der Rechte von Menschen führen. Handlungen und Haltungen wie Menschen das Leben zu nehmen, Ehebruch zu begehen, die Ehre der Menschen zu verletzen, zu betrügen, arglistig zu täuschen, seine Schulden nicht rechtzeitig zu zahlen, das Recht von Waisen anzutasten, die Nachbarn und das Umfeld zu stören oder sich nicht an die Verkehrsregeln zu halten, bedeutet das Verletzen der Rechte von Menschen.
Das friedliche Wohl der Gesellschaft zu stören und eine Wirre herbeizuführen bedeutet hingegen das Recht der Öffentlichkeit zu verletzen. Denn Wirre ist eine Handlung, die zum Durcheinander in der Gesellschaft, zum Ausbruch von Kriegen und somit zum Verlust des Lebens von hunderttausenden unschuldigen Menschen führt.
Meine geehrten Geschwister!
Ich beende meine Predigt mit den mahnenden und lehrreichen Worten des Propheten zu den Rechten der Individuen und der Öffentlichkeit: “Der Mensch tritt vor Allah indem er seine Gottedienste wie die Gebete verrichtet hat, das Fasten eingehalten hat sowie die Pflichtabgabe (Zakat) entrichtete. Daneben hat dieser manche Personen beschimpft, manchen das Blut vergossen, manchen den Besitz enteignet und manche verleumdet. In dieser Situation werden seine Wohltaten aus den Gottesdiensten entnommen und an die Rechthaber verteilt. Wenn seine Gottesdienste und seine Wohltaten für die Begleichung der Rechte der Menschen nicht ausreichen, wird aus den Sünden der Rechthaber entnommen und zu seinen Sünden hinzugefügt. Somit werden seine Wohltaten zunichtegegangen sein, die Sünden sich vermehrt haben und schließlich dieser ruiniert zur Hölle gesandt werden.”4
Die DİTİB Predigtkomission
1 Koran, at-Tin, 95/4
2 Koran, al-Hudschurat, 49/11-12
3 Koran, al-Baqara, 2/188
4 al-Muslim, Birr, 59; at-Tirmizi, Qiyama 2
2016-08-05
Alle Rechte vorbehalten. Kein Teil des Werkes darf in irgendeiner Form ohne schriftliche Genehmigung der DITIB reproduziert, vervielfältigt oder verarbeitet werden.
3 Ağustos 2016 Çarşamba
DÜNYA’DA ALLAH’TAN KORKAN ÂHİRETTE EMİNDİR
DÜNYA’DA ALLAH’TAN KORKAN ÂHİRETTE EMİNDİR
Âmiroğullarının reisi olan zât, Resûlullâh Efendimiz’e (s.a.v.) geldi ve bazı sualler sordu: “Kötülüklerle beraber yapılan iyiliğin faydası olur mu?” dedi.
Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.):
“Evet, olur. Tevbe günahları temizler, iyilikler de kötülükleri giderir. Kul rahat zamanında Allah’ı zikrederse, sıkıntılı zamanlarında Allah da ona yardım eder.” buyurdular.
“Bu nasıl olur?” dedi. Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.):
“Allah azze ve celle şöyle buyurdu: İzzet ve Celâlim’e andolsun ki ben kulumda iki emniyeti ve iki korkuyu bir arada bulundurmam. Eğer kulum dünyada iken benden korkarsa, kullarımı cennette topladığım gün onu emniyet içerisinde bulundururum ve onun emniyeti devam eder. Ayrıca onu mahvedileceklerle birlikte mahvetmem. Şayet dünyada benden korkmaz ve emniyet içerisinde bulunursa, kıyâmet günü kullarımı hesap için topladığım zaman benden korkar ve korkusu devam eder.” buyurdular.
“Ya Muhammed! İnsanları neye davet ediyorsun?” dedi.
“Bir olan ve ortağı olmayan Allah’a ibâdet etmeye, putları inkâr edip Allahü Teâlâ’nın peygamberlerine ve kitaplarına inanmaya, şartlarını yerine getirerek beş vakit namazı kılmaya, senede bir ay oruç tutmaya. Allah’ın seni temizlemesi ve malının temiz ve helâl olması için zekâtını vermeye, imkân bulursan hacca gitmeye, cünüplükten yıkanmaya, öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme inanmaya davet ediyorum.” buyurdular.
“Ya Muhammed! Bunların karşılığında bana ne var?” diye sordu.
Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) Tâhâ sûresinin: “Adin cennetleri, altından nehirler akar. Onlarda ebedî olarak kalacaklar ve işte o temizlenenlerin mükâfâtı orada emniyet içinde oturmaktır” meâlindeki 76. âyet-i kerîmesini okudular.
“Ben hayatı seven bir adamım. Acabâ, âhiretteki bu mükâfatın yanında dünyada da bir faydası var mı?”
“Evet, Allah’ın yardımı ve emniyet içinde memleketinde yaşamak vardır” buyurdular.
Âmiroğullarının reisi olan bu zat, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) davetini kabul etti ve Müslüman oldu. (El-Kâmil fi’t-tarih)
NURLARI, GÜNEŞ GİBİ OLANLAR
NURLARI, GÜNEŞ GİBİ OLANLAR
Abdullah ibn-i Ömer (r.anhümâ) anlatıyor:
Resûlullâh’ın (s.a.v.) huzûrunda iken, güneş doğdu. Resûlullâh (s.a.v.):
“Kıyâmet gününde Allah’ın huzûruna bir topluluk gelecek ki, onların nûru güneşin nûru gibidir.” buyurdu.
Hazret-i Ebubekir (r.a.): “Onlar biz miyiz, yâ Resûlallâh?” diye sordu.
“Hayır, siz değilsiniz. Sizin birçok kazancınız var. Fakat onlar fakirdirler. Yeryüzünün bütün kıtalarından hicret edip bir araya gelenlerdir. Gariplere müjdeler olsun, gariplere müjdeler olsun, gariplere müjdeler olsun.” buyurdular.
“Garipler kimlerdir, yâ Resûlallâh?” denilince:
“Allah’a isyan edenlerin, itâat edenlerden daha çok olduğu, kötü insanlar arasında bulunan sâlih insanlardır.” buyurdular. (Müsned-i Ahmed)
ZİLKÂDE AYI
Zilkâde ayı, kamerî ayların on birincisidir. Hac aylarından olduğu için, geceleri zaman zaman teheccüd namazına kalkılır. Bilhassa cuma geceleri tesbih namazı kılınır. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat)
ZİLKADE AYI İCTİM‘I, RU’YET VE BAŞLANGICI
Hicrî Kamerî 1437 yılı Zilkâde ayı ictimâ‘ı 02 Ağustos Salı günü Türkiye yaz saati ile 23:44’tür.
Ru’yet, ise 03 Ağustos Çarşamba Türkiye yaz saati ile 14:49’dur.
Hilâl’in görüleceği yerler: Hint Okyanusu’nun orta kısımları, Afrika kıtasının ortası ve güneyi, Madagaskar, Mozambik, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zambiya, Tanzanya, Kenya ve Uganda.
Hilâl; Türkiye, Almanya, Avusturya, Mısır, Fas, Cezayir, Tunus ve Arap yarım adasından görülemeyecektir.
Hilâl’in görüldüğü günü takip eden 04 Ağustos Perşembe günü de Zilkâde ayının 1. günüdür.
2 Ağustos 2016 Salı
Rafizîler Kimlerdir?
Rafizîler Kimlerdir?
Râfîzîler, Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer (r.a.)’dan yüz çevirmediği için; Zeyd bin Ali bin Hasan bin Ali (r.a.) hazretlerinden ayrılanlardır.
Bu lakap, (Rafızî kelimesi) mezhebinde taşkınlık eden ve sahabelere dil uzatan herkes için kullanılması lazımdır…
Rafızîliğin Çıkışı
Bunun aslı şudur:
Zeyd (r.h.) Küfe’den çıktı.
Halkı kendisine bîat etmeye davet etti. Halktan büyük bir cemaat kendisine bîat etti.
Küfe’den bir taife (insan topluluğu) kendisine geldiler. Ona;
Ebû Bekir ve Ömer’den yüz çevir sana bîat edelim!” dediler. Zeyd (r.h.) onlardan yüz çevirdi. Sahabelere dil uzatmadı, bunun üzerine onlar;
Öyleyse bu takdirde biz seni terk ederiz!” dediler.
İşte bundan dolayı kendilerine “Râfızîler” (terk edenler) ismi verildi.
Rafızîlerin tarihçesi ve Hazret-i Zeyd’i terk etmeleri hakkında mezhepler tarihi kitablarında şöyle anlatılır: Bilindiği üzere, Emevilere karşı Ehli Beyt adına ilk ayaklanmayı yapan Hz. Hüseyin’in torunu Zeyd b. Ali (80-122/699-740) dir.
Zeyd b. Ali, Ehl-i Beyt içinde gerçekten bilgili ve fakîh bir zât idi. Devrin ileri gelen müslümanları gibi o da, Emeviler’in kötü idaresinden ve zulümlerinden şikayetçi idi. Sadece şikayetçi olmaktan öte, aynı zamanda bu durumu devrin hükümdarı olan Hişam b. Abdilmelik’e açıkça söyleyen birisiydi. Fakat ne yazık ki bu ikazları fazla etkili olmuyordu.
Bu ikazlarının etkili olmaması üzerine Zeyd b. Ali, Kûfe’ye geçer ve Emevî hükümdarına isyan için zemin hazırlamaya başlar. Halkın nabzını yoklar, kardeşi Ebû Cafer Muhammed el-Bakır ile istişare eder. O kendisine, Kûfelilerc güvenilemeyeceğini söylerse de, onu dinlemez. Kûfe’de kendisine bey’at eden onbeş bin kişi ile birlikte zamanın Kûfe-Basra valisi Yusuf b. Ömer es-Sakafi (127/744) ye karşı H. 122/M. 740 yılında ayaklanır. Savaş devam ederken ve Zeyd b, Ali’nin üstünlüğü söz konusu iken, Hişam’ın casusları, Zeyd b. Ali’nin taraftarlarını o gün İçin güncel ve hassas olan bazı konularda tereddüde düşürürler. Bir taraftan eğer bu hareket devam ederse Hişam’ın Küfe halkının bütün mallarına el koyacağı sözünü yayarken, diğer taraftan da Zeyd b. Ali’den Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer hakkında görüşünü sormasını isterler. Bunun üzerine, onlardan bir grup, Zeyd’e gelerek, -“Gerçek şu ki, biz düşmanlarına karşı, sana, atan Ali b. Ebî Talib’e haksızlık eden Ebû Bekir ve Ömer hakkında görüşünü söyledikten sonra yardım edeceğiz” derler. Bu som karşısında Zeyd, -“Bu ikisi hakkında iyilikten başka bir şey söyleyemem ve babamdan da onlar hakkında iyilikten başka bir şey söylediğini işitmedim. Ben, atam Hüseyin’i öldüren ve el-Harra gününde Medine’ye saldıran, sonra da Allah’ın evini (Kabe) mancınıkla taşa tutup ateşe veren Ümeyye oğullarına karşı ayaklandım” der. Bu cevap üzerine onlar, Zeyd’İ terkederler. O da, onlara, -“Beni bırakıp kaçtınız, terkettiniz” der. Bunun Arapçasında “Râfaztumunî” i-fadesi geçmektedir. İşte bundan dolayı bunlara o günden beri “Rafızî” denmiştir. Sonuç olarak Zeyd’in yanında çok az sayıda insan kalmıştır….
Burada dikkat edilmesi gereken bir konu da, Zeyd (r.h.) hazretleri, mağlûbiyet ve hatta canına mal olsa bile kendisine bir şey danışıldığında, doğruyu söylemiş olması ve asla sahabelere dil uzatmamasıdır…
Zeyd ve çok az sayıdaki arkadaşları son nefeslerine kadar çarpışırlar. Zeyd şehit edilir. Sonra cesedi kabrinden çıkarılarak asılır ve daha sonra da yakılır… (E. Ruhi Fiğlalı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhebleri, Ankara 1980, s. 92; Bağdadi, el-Fark Beynel-Fırak, Çev. E.Ruhİ Fiğlah, s. 36-37).
Zeyd (r.h.) kendisine sadık ikiyüz kadar kişi ile savaşıp öldürülmesinden (122/70) sonra oğlu Yahya da bir müddet mücadele ettikten sonra Cürcan’da yakalanarak 125/743’de öldürüldü. İşte bu hadiselerde Zeyd ve oğlu Yahya’nın tarafını tutanlara, onların düşüncelerini paylaşanlara daha sonra “Zeydİye” denmiştir. Başlangıçta siyâsî bir hareket olan bu baş kaldırma daha sonra bir Zeyd (r.h.)’ın ve oğlunun öldürülmesinden sonra onların taraftarlarını bir araya toplayan “Zeydiyye mezhebi” olarak ortaya çıktı. Bazı sapık düşüncelerin içine karışmasıyla Zeydiye mezhebi üç kola ayrılır:
a) Cârûdiye,
b) Süleymaniye veya Ceririye,
c) Ebteriye ve Butriye yahut Sâlihiye. Zeydiye’nin ana görüşleri şöyle özetlenebilir:
1- İmam (devlet başkanı yani halife)
a) Hz. Fatıma’nın soyundan
b) zahit,
c) âlim,
d) cesur,
e) cömert olan kimse olmalıdır. İmamet davasında bulunan kimsede eğer bu beş şart kendisinde bulunuyorsa o kimse imam olmaya layıktır. Ve buna itaat edilmelidir.
2-Zeydîlere göre, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinden sonra en faziletli kişi Hz. Ali’dir. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, sadece onun hilafetini tayin etmiştir. Ancak bu isim olarak değil vasıf olarak yapılmıştır. Yani Hz. Ali hakkında Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, onun kemali, fazileti vs. hakkında çok şeyler söylemiştir. Bunlar onun hilafete tayini için yeter sebeptir. Ancak, ashabı kiram bunları dikkate almamış ve başkasına bey’at etmekle hata etmiştir. Bununla birlikte ashaba sebbedilmemelidir.
3-Hz. Ali halife olduktan sonra giriştiği mücadelede, yaptığı savaşlarda ve hakem olayında haklı olup, muhalifleri haksızdır.
4-Büyük günah işleyenlerin arkasında namaz kılmak caiz değildir. Bu kimse tevbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır.
5-Zeydiye, usûlu’d-dinde Mutezileyi takib eder. Furuda ise Hanefi mezhebi üzerindedir Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut,1975,
İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri, Fatih Yayınları:8/286.
Helal Lokma
Helal Lokma
Ağız, insan bedeninin kapısıdır. Başta kendi evlerimiz olmak üzere her önemli binanın emniyet ve selameti büyük oranda kapı güvenliğine bağlı olduğu malumdur. Bunun gibi insanın maddi manevi yükselmesi veya düşüşü de ağız emniyetine bağlıdır. İnsan o kapıdan girene de çıkana da dikkat etmelidir.
İnsanı iman dairesine sokan kelime-i şehadet veya onu iman dairesinden çıkaran inkâr sözü sadece ağzımızdan çıkan bir söz değil midir? Aynı şekilde ağzımızdan giren her rızık da bizi ya ebedi saadete veya ebedi hüsrana götürür. Çünkü insanın yiyip içtikleri onun maddi varlığını etkilediği gibi manevi âlemini ve ruh dünyasını da mutlak ve doğrudan etkiler. Boğazımızdan geçirdiğimiz her şey sadece karnımızı doyurmaz ruhumuzu da besler.
Kur’an-ı Kerim özellikle ve ısrarla insanın yediğine dikkat etmesi gerektiği üzerinde durmuştur. ; “Size rızık olarak verdiklerimizin helal olanlarından yiyiniz.” [Bakara, 87] diye emreder. Yine bazı müfessirler peygamberimize Alak suresinin ilk ayetlerinin hemen ardından gelen “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve (insanları) uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni temizle” [Müddessir, 1-4] ayetindeki “Elbiseni temiz tut” emrinin, Hz. Peygamber’in maddî olarak elbisesini necaset vb. pisliklerden temiz tutması, manevî olarak da güzel ahlâkla bağdaşmayan davranışlardan ve günahlardan ruhun elbisesi olan bedenini ve nefsini arındırması anlamında yorumlanmıştır.
Yine bir başka ayet-i kerimede; “Ey peygamberler, helal ve hoş şeylerden yiyin ve güzel işler yapın; çünkü Ben, bütün yaptıklarınızı bilirim.” [Mü’minun, 51] buyurulmuştur. Bu ayet mucibince Peygamberimiz de daima sahabesine ve onlar vasıtasıyla bizleri helal lokma yemek konusunda uyarmış ve bu konuda hassas olmayı tavsiye etmiştir.
Ayet-i kerimede dikkat çeken bir diğer nokta da sıralamadır. Helal yemek ile salih amel işlemenin peş peşe zikredilmesi Allah’ın rızasına uygun amellerin ancak helal lokma ile mümkün olacağı vurgulanmak istenmiştir.
Yiyip içtiklerimiz dinen helal ve meşru ise onlar adeta içimizde zikrederler, onlardan Allah aşkı, Allah sevgisi meydana gelir. Helal rızık, bedenimize şifa, ruhumuza huzur, soframıza bereket olur. Helal rızıkla beslenen bedenlerden hayırlı nesiller ortaya çıkar.
Haram lokma ile beslenen vücuttan Allah’ın rızasına uygun amel ortaya çıkmaz.
Peygamber Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur;
“Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helalden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.” [Buhari, Büyu’ 7, 23] Hadis-i şerifi bazı rivayetlerinde: “Böylelerinin hiçbir duası kabul edilmez” ilavesi de vardır.
Belki böyle bir devirdeyiz. Bir çok insan, çok kazanmak, daha çok kazanmak arzusu ile ömür tüketmekte. İnsanların değer ve itibarları aylık gelirleri ile ölçülür hale geldi. Her şeyin en fazlasına, en pahalısına sahip olmak, bir ihtiyaçtan öte sosyal itibar için istenir oldu. Neticede insanı frenleyen, nefsini dizginleyen onu terbiye eden haram helal duygusu, kul hakkına dikkat etme hassasiyeti kayboldu. Vücuda haram lokma girince insanın ayarı bozuldu. Yoksulluk, yolsuzluk, terör, anarşi, küçüklere sevgi, büyüklere hürmet ve saygının olmaması, ahlaki yozlaşma ve daha nice sorunlar hep bu ayar bozukluğunun neticesidir. Harama helale olan hassasiyetimizi kaybettiğimiz ölçüde ve onun paralelinde tüm bu sorunlar ortaya çıktı, büyüdü, baş edilemez bir hal aldı.
Ümmet-i Muhammedi ve tüm insanlığı ahir zamanda bekleyen tehlikeye karşı Kur’an-ı kerim bizi şöyle uyarıyor: “Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı.” [Tekasür, 1-2]
Çoklukla övünmek, çok kazanma, çok harcama, lüks yaşama arzusu insanı da dünyayı da helake götürecek. Maalesef modern hayat diye bize dayatılan şey, haram helal çizgisi olmayan, sadece kazanmayı ve istediği her şeyi elde etmeyi hedefleyen bir tüketim toplumu olmaktır. O toplumda insan sadece ekonomik bir değerdir. Bu yüzden maalesef insanın adı modern toplumlarda “tüketici” olmuştur.
Bundan daha kötüsü bir toplumda haram helal duygusu kalmayınca hadis-i şerifin de işaret ettiği gibi o toplumun dualarına, taleplerine rahman olan Allah’ın icabet etmemesidir. Toplumun manevi damarlarının kuruması o toplumun asıl felaketidir.
Yaşadığımız toplumdan şikâyetimiz varsa, yetişen gençlikten memnun değilsek, çoluk çocuğumuzun davranışları hoşumuza gitmiyorsa, tüm cemiyet için bir dönüşüm, iyiye doğru bir değişim istiyorsak yapılacak olan öncelikle toplumsal bir tövbedir. Kur’an’-ı Kerimde; “Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” [Nur, 31] buyurulmaktadır. Evet, en başta bu toplumu yöneten ve topluma yön veren önderler, liderler olmak üzere hep beraber tövbe etmeli, hatamızı kabul etmeli ve bizi biz yapan manevi değerlere geri dönmeliyiz. Atalarımız “küpün içinde ne varsa dışına da o sızar” demişler. Dolayısıyla geleceğimizi emanet edeceğimiz nesillerimizin yetiştiği okullardaki eğitim sisteminden başlamak üzere insanların manevi dünyasını zenginleştirecek, dinle diyanetle bağını güçlendirecek, Allah korkusu olan, haram ve helal çizgisi bulunan, kul hakkı kavramına inanan bir insan modeli yetiştirmeliyiz.
İkinci olarak bizler de anne babalar olarak ferdi sorumluluklarımızın farkında olmalıyız. Allah bizi çoluk çocuğumuzun üzerinde bekçi tayin etmiştir. Bu bakımdan aile reislerinin birinci görevi evine haram lokma getirmemek, çoluk çocuğuna haram lokma yedirmemektir. Evin hanımları da beyinin getirdiği helal lokmaları helal yolda sunmaya azami gayret etmelidir.
Burada hazreti Ömer’in başından geçen bir olayı hatırlatmakta fayda var. Hz. Ömer halife ve devlet başkanı olarak bir gece vakti tek başına şehri dolaşmaktadır. Bir kapının önünden geçerken içeride anne kız olduğu anlaşılan iki kişinin konuşmalarına şahit olur. Anne-kız arasındaki konuşma şöyle cereyan eder;
– Kızım süte biraz su kat.
– Anne, halife Ömer’in süte su katılmasını yasakladığını bilmiyor musun?
-Kızım gecenin bu vaktinde Ömer nereden bilecek?
-Anne, Ömer bilmiyorsa da Allah biliyor ya!
Konuşulanları dinleyen Hazreti Ömer sessizce oradan ayrılır. Öbür gün gecenin bir yarısı annesini Allah korkusu ve haram lokma yememe konusunda uyaran o kızı kendi oğluna eş olarak istemek üzere ailenin kapısını çalar. Gençler evlenir. İşte bu iki gencin neslinden daha sonra beşinci halife, mübarek insan Ömer b. Abdülaziz dünyaya gelir.
Eskiler gelin ararken gençler de kendisine eş seçerken ev, araba, kariyer vb. öncelikleri değildi. Herkesin evvelemirde dikkat ettiği şey “helal süt emmiş” biri olsun, “sütü bozuk” olmasındı. Önceliklerimiz değişince insanımız da değişti, ayarımız bozuldu. Mesele budur vesselam.
Şerife Şevval Kardelen
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)